21 Mayıs 2001 Pazartesi
Siyonist işgal devletinin Filistin halkına karşı vahşetinin gittikçe şiddetlenmesine rağmen bu halk direnme konusundaki kararlılığını sürdürüyor ve bu konuda her türlü fedakarlığı göze alıyor. |
1987 itifadasının başlamasından buyana Filistin İslami Direniş Hareketi (HAMAS) siyonist işgale karşı verilen mücadelenin her zaman başını çekmiştir. Bu konuda sergilediği tavır bellidir. Şimdiye kadar ilkelerinden zerre kadar taviz vermediğini ve Filistin topraklarının bir bütün olduğu, buraların bir karışının bile terk edilemeyeceği, siyonist işgal sona erinceye kadar da mücadelenin devam edeceği ilkelerinden hiçbir zaman vazgeçmeyeceğini sürekli vurgulamaktadır. |
HAMAS sadece bir eylem örgütü değil bir kitle örgütüdür. Bugün Filistin'de en geniş kitle tabanına sahip örgüt olduğu ve gittikçe de arkasındaki kitlesel desteğin arttığı biliniyor. |
Filistin topraklarında yaşayan Müslümanlar bugün orada varlıklarını sürdürebilmek için direniyor ve bu direnişlerinde çok büyük fedakarlıkları göze alıyorlarsa bunu tüm İslam alemi özellikle de bölgede yaşayan bütün Müslümanlar, hatta Müslüman olsun olmasın bütün bölge halkları adına yapmaktadırlar. |
Filistin halkı sadece siyonist işgalcilere karşı değil onları orada tutmak ve yayılmacı politikalarının önünü açmak isteyen tüm çağdaş sömürgeci güçlere karşı mücadele etmektedir. |
Aslında bu direniş ve fedakarlık bütün İslam ümmetini ilgilendiren bir durumdur. Çünkü Filistin halkı işgalci vahşet karşısında böyle bir direniş ve fedakarlığı göze almayacak olsaydı siyonist tehlike gittikçe yayılacak ve zamanla tüm Müslümanların kapısını çalacaktı. Bu açıdan tüm dünya Müslümanlarının bu direnişe sahip çıkması, Filistin halkının işgalci vahşet karşısındaki direniş gücünün artması için destek vermesi, yardımcı olması gerekir. |
Filistin halkı işgal edilen vatanını işgalden kurtarmak, gasp edilen haklarını geri almak, hürriyetini elde etmek ve ülkesini bağımsızlığına kavuşturmak için mücadele etmektedir. Bu yönüyle Filistin halkının mücadelesi Bosna-Hersek'te ve Çeçenistan'da verilen mücadeleden farksızdır. Hatta Türkiye'de verilmiş olan İstiklal Savaşı'ndan da herhangi bir farkı yoktur. |
Siyonist işgal devletinin Filistin halkına karşı vahşetinin gittikçe şiddetlenmesine rağmen bu halk direnme konusundaki kararlılığını sürdürüyor ve bu konuda her türlü fedakarlığı göze alıyor. Aslında bu direniş ve fedakarlık bütün İslam ümmetini ilgilendiren bir durumdur. Çünkü Filistin halkı işgalci vahşet karşısında böyle bir direniş ve fedakarlığı göze almayacak olsaydı siyonist tehlike gittikçe yayılacak ve zamanla tüm Müslümanların kapısını çalacaktı. Bu açıdan tüm dünya Müslümanlarının bu direnişe sahip çıkması, Filistin halkının işgalci vahşet karşısındaki direniş gücünün artması için destek vermesi, yardımcı olması gerekir.
Geçtiğimiz günlerde, Filistinli direnişçilerden birinin işgal kuvvetlerine karşı bir istişhadi eylemi oldu. Bu eylemle ilgili olarak bazı noktalara temas etmek istiyorum. Öncelikle eylemin gerçekleştirildiği yer "İsrail'in Netanya kenti" değil, Filistin'in Netanya kentidir. Bu şehrin 1948'de işgal edilmiş olması İsrail'e ait olduğunu göstermez. Gazze'den veya el-Halil'den farkı buralardan 19 yıl önce işgal edilmiş olmasıdır. Fakat bu öncelik siyonist işgalcilere bu topraklar üzerinde mülkiyet ve hakimiyet hakkı vermez. Unutmayalım ki Filistin toprak olarak bir bütündür ve siyonist saldırganların oradaki varlıkları meşru bir hakimiyet değil bir işgaldir. İslam aleminin değerli alimlerinden Yusuf el-Kardavi de geçtiğimiz günlerde bu noktaya temas etmiş, "barış"ın hatırı için İsrail işgal devletinin 1948'de işgal etmiş olduğu topraklar üzerindeki hakimiyetinin meşrulaştırılamayacağını dile getirmişti.
İkinci olarak istişhadi eylem özelde HAMAS genelde Filistinli direnişçiler için öncelikle tercih edilen bir metot değil işgalcilerin zorlamaları sebebiyle başvurulan bir metottur. Siyonist vahşet Filistinlileri sivil asker, küçük büyük, kadın erkek ayrımı yapmadan katletmektedir. Daha yakın zamanda dört aylık bebeği karnından top mermisi parçasıyla vurarak şehit ettiler. Son Aksa İntifadası boyunca şehit edilenlerin yarıya yakın bir kısmını çocuklar oluşturuyor. Onların da çoğunluğu başlarından ve gerçek mermilerle vurularak şehit edilmişler. İşte Filistin'deki direnişçileri istişhadi eyleme zorlayan sebep siyonist işgalcilerin sergiledikleri bu vahşettir. İstişhadi eylemlerin doğurduğu sonuçlar siyonist işgal devleti ve onun yapay bir şekilde oluşturarak işgale süreklilik kazandırmak için değerlendirdiği toplum üzerinde önemli etkileri olmaktadır. Çünkü bu eylemler sebebiyle kendi açılarından "güven kaybı" sıkıntısı yaşayan bu toplumun fertleri Filistin topraklarını terk etme yoluna gitmekte, Filistin'e yerleşmeleri talep edilenler de bu talebi geri çevirmektedirler. Böyle bir durum ise İsrail işgal devleti açısından büyük önem arz eden yahudi insan potansiyelinin kaybına sebep olmaktadır. Böyle bir sebep ise ilk etapta etkileri bariz olarak görülmese bile zaman içinde İsrail işgal devleti üzerinde caydırıcı bir etken olmaktadır. Bu tür eylemlerin fıkhi cihetini merak edenlerin ise halen Web sayfamızda bulunan "Filistin Cihadının Fıkhi ve Stratejik Yönü" başlıklı yazımızı veya Madve Yayınları'nın yayınladığı "Filistin Davasının İslami Temelleri" adlı kitabımızı okumalarını tavsiye ediyorum.
Netanya'daki eylemden sonra işgal devleti Filistin halkına karşı tam anlamıyla iğrenç ve vahşi bir savaş saldırısı gerçekleştirdi. Bazıları bunu söz konusu eylemin olumsuz neticesi olarak düşünebilir. Fakat işin gerçeğinde, siyonist vahşet günlerden beridir bu tür saldırıları sürdürüyordu. Yaptığı saldırılara herhangi bir karşılık almaması durumunda da saldırılarını durdurmaya niyetli değildi. Dolayısıyla yaptığı saldırılara cevap verilmesi belki bazı fedakarlıkları gerektirebilir ama işgal devletini de zor durumda bırakacaktır ki bırakmıştır da. Şu anda işgal devleti her ne kadar Filistin halkını direnişten vazgeçmeye zorlamak için iğrenç saldırılarını şiddetlendirdiyse de bir yandan kendisi de gerek uluslararası platformda ve gerekse içeride sıkıntı içine girmiştir. Güney Lübnan'da da kendisine karşı gerçekleştirilen eylemlere cevap vermek amacıyla Kana katliamını gerçekleştirmiş ve özellikle savunmasız, silahsız insanların üzerine bomba yağdırarak 108 sivili şehit etmişti. O katliamda da kafaları kopmuş çocukların manzaraları televizyon ekranlarına yansımıştı. Ama maalesef hafızayı beşer nisyan ile ma'lul olduğundan o manzaralar unutuldu. O katliamı sözde "barışçı" olarak lanse edilen Şimon Peres gerçekleştirmişti. Şimdiki katliamları da Beyrut kasabı olarak bilinen Ariel Şaron gerçekleştiriyor, Şimon Peres de onun ortağı ve hükümetinde de bakan. Bu durum siyonist vahşetin sağıyla solu, "barışçısı (!)"yla kasabı arasında hiçbir fark olmadığını göstermektedir. Bunu vurguladıktan sonra yeniden Güney Lübnan konusuna dönelim. Dediğimiz gibi işgalci vahşet kendisine karşı gerçekleştirilen eylemlere 108 kişinin şehit olduğu Kana katliamıyla cevap verdi ama bölgedeki direnişçilerin kararlılığı sonuçta işgalci vahşeti oradan çıkmaya zorladı. Eğer ki orada direniş konusunda gereken kararlılık gösterilmeseydi, "biz eylem yaparsak bunlar böyle büyük katliamlar gerçekleştiriyorlar, en iyisi biz susmayı, sessiz kalmayı tercih edelim" denseydi belki siyonist vahşet kademeli bir şekilde benzer katliamları yine gerçekleştirecek buna ek olarak Güney Lübnan topraklarındaki varlığını da sürdürecekti. Bu açıdan işgal güçlerinin Netanya'daki eylem karşısında azgınlaşmasına bakıp da "Filistinlilerin eylemleri işgal güçlerinin saldırılarının şiddetlenmesine sebep oluyor, keşke bu eylemleri yapmasalar" diye düşünmemek gerekir. Filistin halkı zaten direniş yolunu seçerken bu tür fedakarlıkları da göze alıyor. Bu tür fedakarlıkları göze almak elbette kolay değil. Çünkü insanlar bu tür fedakarlıkları göze alırken yüreklerinin bir parçası olan evlatlarını kaybediyorlar, canlarının birer yongası olan evlerini, mallarını, mülklerini kaybediyorlar. Ama ne yazık ki onların siyonist vahşet karşısında yalnız bırakılmaları kendilerini bu zorlukları, sıkıntıları göze almaya zorluyor. Fakat bu arada siyonist işgal devleti de yıpranıyor. Onun büyük emellerinin önüne set çekiliyor. Filistin topraklarını Müslümanlardan tümüyle arındırarak oralara dünyanın değişik yörelerinden getirtilecek yahudileri yerleştirme, böylece Filistin topraklarını tümüyle yahudilere tahsis etme ve ardından Ürdün'ün, Lübnan'ın, Mısır'ın kapılarını zorlama, Irak'a, Türkiye'nin Güneydoğu Anadolu bölgesine doğru uzanma planlarını uygulamaya geçirmesi engelleniyor. Ariel Şaron seçim döneminde yaptığı Filistin'e bir milyon yahudi yerleştirme vaadini gerçekleştirme konusunda şu ana kadar bir adım bile atamadı. Bir tek yahudiyi bile getirtip yerleştirmeyi başaramadı. Bilakis tersine göç aynen Barak dönemindeki gibi devam ediyor. Bu durum ise işgal devletinin sürekli güç kaybetmesi, kan kaybetmesi demektir. İşgal devleti açısından bin bir teşviklerle getirtilip Filistin'e yerleştirilen bir yahudinin bu toprakları terk ederek geldiği yere geri dönmesi bir insan kaybı anlamına gelmektedir. Bu açıdan İsrail işgal devletinin Aksa İntifadası'ndaki insan kaybı verilen rakamlardakinden hayli fazladır. Zaten Filistinlilerin hedefi de onları geldikleri yerlere dönmeye zorlamak ve Filistin'in Filistinlilere kalmasını sağlamaktır. Yoksa siyonist vahşilerin yaptığı gibi anlamsız bir şekilde insanları öldürmek değildir. Bu açıdan başta da ifade ettiğimiz üzere Filistin halkı aslında sadece Filistin topraklarını değil tüm İslam alemini savunmaktadır. Bu gerçeğin görülmesi ve Filistin kalesinin korunması için bütün Müslümanların üzerlerine düşeni yapmaları gerekir.
İşgalci vahşetin şiddetlenmesine rağmen Filistinliler direnişlerini durdurmadılar. Netanya eyleminin ardından gerçekleştirilen ve ABD yapımı savaş uçaklarının kullanıldığı saldırının ardından Filistinliler yine işgalci saldırganlara yönelik havan toplu ve bombalı eylemler gerçekleştirdiler. Bütün bu eylemler Filistinlilerin kararlılığını gösterirken işgalci siyonist devleti de sıkıntıya sokmaktadır.
İsrail işgal devletinin savaş uçaklarıyla yaptığı ve yirmiden fazla insanın hayatını kaybettiği saldırılardan sonra Arap Birliği teşkilatı harekete geçti. Bu hareketlenme olumlu bir gelişmeydi. Yapılan toplantıda işgal devletiyle diplomatik ilişkileri dondurma kararının alınması da olumlu bir gelişmedir ancak son derece yetersiz kalmıştır. Yapılması gereken işgal devletiyle diplomatik ilişkilerin tamamen durdurulması, bütün ilişkilerin kesilmesi, ona ve ona destek veren iktisadi kuruluşlara karşı ekonomik ambargo uygulanması ve Filistin halkının direnişine maddi destek sağlanması yönünde kararlar alınmasıydı. Bu şekilde etkili kararlar alınmadığından dolayı Arap Birliği toplantısından çıkan kararlar işgalci siyonist devlet üzerinde pek zorlayıcı etki yapamadı. Arap Birliği teşkilatı bundan önce de yine Aksa İntifadası'yla ilgili bir toplantı gerçekleştirmiş ve Filistinlilere yardım kararı almıştı. Ama bu yardım kararının sonuçları hala görülmüş değil. Ben Tahran'da Aksa İntifadasını Destek İçin Uluslararası Konferans'a katıldığımda intifadada yaralandığından dolayı tedavi için oraya getirtilmiş ve tekerlekli arabayla dolaşan bir genç Suudi Arabistan'ı temsilen toplantıya katılan Şura Meclisi üyesi şahısla yardım konusunu konuşuyor ve özetle şunları söylüyordu: "Ne yazık ki vaadedilen yardımlar bize ulaşmıyor. Biz bu yardımın bir etkisini göremiyoruz." Aslında bildiğimiz kadarıyla Suudi Arabistan vaadettiği yardımın önemli bir kısmını özerk yönetime teslim etmişti. Fakat anlaşıldığı kadarıyla özerk yönetimin eline teslim edilen yardımlar Filistin halkının eline ulaşmıyor, direnen halk yine mağdur kalıyor. Bu durum karşısında yardımların özerk yönetimin eliyle değil de Filistinlilerin sıkıntılarıyla bizzat ve güvenli bir şekilde ilgilenen gönüllü yardım kuruluşları vasıtasıyla ulaştırılması gerekir. Zaten Filistinlilerin yaralarını saran, onların dertleriyle bizzat ilgilenen, çocuklarının eğitim ihtiyaçlarını gidermek için çalışan kuruluşlar bu kuruluşlardır. Dolayısıyla bu kuruluşlar güvenli birer eldir. Filistin'deki mağdur insanlara ulaştırılması istenen yardımların mutlaka bu kuruluşlar vasıtasıyla iletilmesi gerekir.
İşgalci vahşetin son saldırılarından sonra BM, ABD ve bazı Avrupa ülkeleri de İsrail'i tenkit edici açıklamalar yaptılar. Ancak ne yazık ki bu vahşetin durdurulması için herhangi bir adım atılmadı. İsrail işgal devleti açısından tenkitler herhangi bir anlam taşımıyor. Tenkitler onun açısından zorlayıcı bir etken olsaydı zaten saldırılarını şimdiye kadar çoktan durdururdu. Onun için tenkitleri, kınamaları, göstermelik resmi açıklamaları yeterli görerek fiili açıdan bir şey yapmamak sadece işi geçiştirmekten başka bir şey değildir. İşin geçiştirilmesi ise siyonist vahşetin daha çok önünü açmaktadır. Çünkü o bu kez BM'e ve kendisini tenkit eden ülkelere: "Siz diplomatik açıdan gerekeni yaptınız, öyleyse artık şöyle kenara durun ben istediğimi yapmaya devam edeyim" diyebilmektedir. Bu açıdan söz konusu tenkitleri ve kınamaları siyonist vahşetin durdurulması konusunda samimi bir adım olarak görmemek gerekir. Samimi adım ancak söz konusu vahşetin durdurulması için İsrail'e ekonomik ya da siyasi bir yaptırım uygulanmasıyla atılmış olur.