Filistinlinin Meşru Müdafaa Hakkı

4 Aralık 2001 Salı, Cuma

Gazze'nin kuzeyindeki İli Sinay yahudi yerleşim merkezine yönelik eylemi gerçekleştiren Cihad el-Mısri ve Mesleme el-A'rec eylemden önce çektirdikleri fotoğrafta. Bu eylemde İsrail'in ünlü bir nükleer silahlanma uzmanı öldürüldü
Kudüs eyleminden sonra yaralananlardan birinin taşınması. Siyonist işgal devleti bundan önce de Filistin direnişini ve Filistin halkının varlık mücadelesini kırma amacına yönelik olarak başvurduğu şiddet uygulamalarında, bu direnişin önde gelenlerini ortadan kaldırmak için gerçekleştirdiği vahşi cinayetlerinde hep aynı karşılıkları görmüştü.
Hayfa'daki otobüs eyleminden sonraki bir görüntü. Bütün bu olaylar Filistin halkının kendi öz topraklarında vuku bulmaktadır. Yani Filistin halkı zorla ve gasp yoluyla elinden alınan kendi öz vatanında garip, mağdur ve mazlum duruma düşürülmüştür. Bir halkın işgal edilen vatanını işgalden kurtarmak için gerektiğinde şiddete başvurması ise meşru müdafaa hakkıdır. Zaten tarih de şiddet yoluyla, kuvvet kullanılarak işgal edilen toprak parçalarının geri alınması, işgalden kurtarılması için her zaman kuvvete başvurulduğunu bir realite olarak kayda geçmiştir.
Vahşi saldırının perişan ettiği bir aile. Filistin halkı siyonist terör örgütlerinin Filistin topraklarına girdiği tarihten buyana bir şiddet ve terörle karşı karşıyadır. Bu ise İngiliz işgalcilerin Filistin topraklarını işgal ve ilhak etmeleriyle birlikte başlamıştır. Bu şiddet ve terör sürekli artarak devam etmiştir.
Özerk yönetimin işgalcilerin saldırıyla eş zamanlı olarak gerçekleştirdiği tutuklamalar. Arafat, kendisini bir hizmetçi ve emrindeki emniyet güçlerini de tampon güç gibi gören İsrail işgal devletine ve onun vahşette sınır tanımayan başbakanı Ariel Şaron'a yaranabilmek için büyük bir gayretkeşlik içine girmişti.
Özerk yönetimin işgalcilerin saldırıyla eş zamanlı olarak gerçekleştirdiği tutuklamalar. Arafat yönetimi son olaylardan sonra Filistin'deki direniş örgütlerine karşı geniş çaplı bir tutuklama kampanyası başlattı.

ABD yönetimi, siyonist işgal devletinin Filistin topraklarına yönelik saldırısı ve özerk yönetimin lideri Arafat'ın helikopterini, karargahını ve güvenlik organlarını bombalaması ile ilgili açıklamasında bunun İsrail'in meşru müdafaa hakkı olduğunu iddia etti. Bu iddia bir "meşru müdafaa" konusunu gündeme getirmektedir. Biz de Filistin topraklarında yaşanan son gelişmelere bu pencereden bakalım.

İsrail işgal devletinin son saldırılarında kullandığı gerekçesi Filistin direnişinin 1 Aralık Cumartesi gecesi ve 2 Aralık Pazar günü toplam 24 saatlik süre içinde gerçekleştirdiği 6 adet eylemdi. Bu 6 eylem İsrail işgal devletini ciddi şekilde sarsmıştı. Ancak İsrail işgal devletinin böyle bir sonuçla karşı karşıya geleceğini önceden tahmin etmesi gerekiyordu. Çünkü siyonist işgal devleti bundan önce de Filistin direnişini ve Filistin halkının varlık mücadelesini kırma amacına yönelik olarak başvurduğu şiddet uygulamalarında, bu direnişin önde gelenlerini ortadan kaldırmak için gerçekleştirdiği vahşi cinayetlerinde hep aynı karşılıkları görmüştü. Dolayısıyla Beyrut kasabı olarak bilinen Ariel Şaron, bundan bir süre önce Gazze'nin Han Yunus şehri yakınında bir okul civarına yerleştirilen bubi tuzağı sebebiyle 6 çocuğun ölümüne sebep olmanın, Filistin Direniş Hareketi'nin askeri kanadının Batı Yaka sorumlusu Mahmud Ebu Henud ile iki arkadaşının arabasına havadan on adet roket fırlatmak suretiyle bedenlerini paramparça ettirmenin İsrail işgal devletine bir maliyetinin olacağını, kendisinin başvurduğu şiddet politikasına mutlaka şiddetle karşılık verileceğini önceki tecrübelerinden tahmin edebilirdi. Nitekim HAMAS'ın askeri kanadı tarafından yapılan açıklamalarda bu cinayetlerin cezasının Şaron'a mutlaka çektirileceği dile getirilmişti.

Peki Filistin direnişi bu tür cevaplar vermeye neden gerek duymaktadır? Bilindiği üzere Filistin halkı siyonist terör örgütlerinin Filistin topraklarına girdiği tarihten buyana bir şiddet ve terörle karşı karşıyadır. Bu ise İngiliz işgalcilerin Filistin topraklarını işgal ve ilhak etmeleriyle birlikte başlamıştır. Bu şiddet ve terör sürekli artarak devam etmiştir. Aksa İntifadası'nın başladığı tarihten buyana ise bu şiddet ve terör tarihte benzeri görülmemiş şekilde tam anlamıyla bir vahşete dönüşmüştür. Bu vahşette İsrail işgal devleti binden fazla Filistinliyi şehit etti ki bunların yüzde altmıştan fazlasını çocuklar oluşturmaktadır. Çocukların içinde de çok sayıda henüz hayata yeni gözlerini açmış bebekler bulunmaktadır. Bu bebeklerin bazıları yakın mesafeden alınlarına kurşun sıkılması suretiyle öldürülmüşlerdir. Bu durum siyonist işgal devletine hakim olan vahşet anlayışının ne olduğunu izah etmeye yetebilir. İşte bu vahşet ve saldırganlık karşısında Filistin halkının elbette bir meşru müdafaa hakkı olacaktır.

Bütün bu olaylar Filistin halkının kendi öz topraklarında vuku bulmaktadır. Yani Filistin halkı zorla ve gasp yoluyla elinden alınan kendi öz vatanında garip, mağdur ve mazlum duruma düşürülmüştür. Bir halkın işgal edilen vatanını işgalden kurtarmak için gerektiğinde şiddete başvurması ise meşru müdafaa hakkıdır. Zaten tarih de şiddet yoluyla, kuvvet kullanılarak işgal edilen toprak parçalarının geri alınması, işgalden kurtarılması için her zaman kuvvete başvurulduğunu bir realite olarak kayda geçmiştir. Bunun istisnasına pek rastlanmaz. Hele siyonizm gibi bir vahşet ideolojisi karşısında istisnasını görmek mümkün değildir.

Zaman zaman Filistinlilerin siyonist işgal devleti karşısında başvurdukları metotlara itiraz edilmektedir. Bu konuda HAMAS'ın Siyasi Birim eski başkanı ve halen de bu birimin üyesi olan Dr. Musa Ebu Merzuk'un bir açıklaması olmuştu. Ebu Merzuk o açıklamasında özetle şu bilgileri veriyordu: "Düşman, sahip olduğu savaş teknolojisi ve geniş imkanlarıyla bizim halkımıza her türlü saldırıyı gerçekleştiriyor. Amerika'dan aldığı F-15 ve F-16 uçaklarıyla havadan insanlarımızın üzerine bombalar yağdırıyor. Yine ABD'den aldığı Apaçi helikopterlerini kullanarak Filistin halkının lider kadrosunu oluşturan insanlar başta olmak üzere muhtelif kişilerin ve belli noktaların üzerine roket fırlatabiliyor. Modern tanklarla ve toplarla insanlarımızın, meskun bölgelerimizin üzerine bombalar yağdırıyor. Otomatik silahlarla uzaktan taramalar gerçekleştirip, çoluk çocuk demeden insanlarımızı imha ediyor. Bütün bunlar karşısında bizim de aynı imkanlarımız olsaydı o imkanları kullanarak cevap verirdik. Örneğin uçaklara karşı uçaksavarlarımız, füzelere karşı füze savarlarımız, tanklara karşı tanksavarlarımız olsaydı onları kullanırdık. Ama bu imkanlara sahip olamayınca düşmanı saldırgan tutumundan vazgeçirmek için caydırıcı bir metoda başvurmamız gerekmektedir. İşte bu konuda en etkili silah istişhadi eylemlerdir. Bu itibarla biz istişhadi eylemleri isteyerek değil mecbur kaldığımız için tercih ediyoruz." Musa Ebu Merzuk yine bir açıklamasında şunları söylemişti: "Eğer ki istişhadi eylemler konusunda bir genişleme olursa düşmanı Batı Yaka ve Gazze bölgelerinden, herhangi bir pazarlığa ihtiyaç duyulmadan çıkmaya zorlayacak bir güç dengesi oluşabilir. Şüphesiz istişhadi eylemler, İsrail'in dünyanın değişik yörelerindeki yahudileri Filistin topraklarına çekmek için ürettiği güvenlik teorilerini öldüren en önemli etken olmuştur. İsrail'in iddialarının aksine yahudiler dünyanın her tarafında güven içinde yaşayabilirken sadece Filistin'de bu güvenden yoksun kalmaktadırlar. Ayrıca istişhadi eylemler İsrail'in elindeki uçak, tank., bomba gibi tüm askeri güçleri aşabilmektedir."

Şaron Terörü İsrail'in Girdabı

Verdiğimiz bilgilerden anlaşıldığı üzere İsrail işgal devletinin en büyük girdabı Beyrut kasabı olarak bilinen Ariel Şaron'un izlediği terör politikasıdır. Aslında bu politikanın İsrail işgal devletine oldukça pahalıya mal olduğu ve ağıra oturduğu artık bizzat Şaron'un hükümetinde yer alan bakanlar tarafından bile görülmektedir. Çünkü Şaron'un terörist saldırılarının İsrail'e maliyeti sadece kaybettiği insanlarla sınırlı değildir. İsrail'in bu eylemler karşısındaki en büyük kaybı Dr. Musa Ebu Merzuk'un da ifade ettiği üzere güven kaybıdır. Güven kaybı ise İsrail işgal devletinin işgal altındaki Filistin topraklarına dünyanın değişik yörelerinden yahudileri nakletme politikasının başarısını engellediği gibi daha önce nakledilmiş olanların bile tutulmasını zorlaştırmaktadır. Bu gerçeği Şaron son olaylardan sonra yaptığı açıklamada da dile getirdi ki o ilk kez böyle bir hususu dile getiriyordu. Onun böyle bir gerçeği itiraf etme ihtiyacı duyması izlediği şiddet ve terör politikasının kendisine ve temsil ettiği işgal devletine maliyetini daha yakından görme zorunluluğu duyduğunun bir göstergesidir.

Arafat'ın İçine Düştüğü Zillet

Filistin topraklarında bir tarafında zulmü ve vahşeti temsil eden İsrail'in diğer tarafında ise işgal altındaki vatanını kurtarmak, gasp edilen haklarını geri almak için mücadele eden Filistin halkı ile bu halkın öncülerinin yer aldığı bir savaş sürmektedir. Fakat bu savaşta bir de arada sıkışıp kalan bir Arafat yönetimi var. Ne var ki Arafat yönetimi bu konumu, bu zilleti kendisi tercih etti. Arafat yönetimi son olaylardan sonra Filistin'deki direniş örgütlerine karşı geniş çaplı bir tutuklama kampanyası başlattı. Geçtiğimiz Cumartesi gecesi ve Pazar günü gerçekleştirilen eylemlerin ardından başlatılan tutuklama kampanyasında iki gün içinde çoğu lider kadrodan olmak üzere 90 kişi tutuklandı. Onlarca kişi hakkında da tutuklama kararı çıkartıldı ama evlerinde bulunamadıklarından dolayı tutuklanamadılar. Tutuklananların çoğunluğunu HAMAS ve İslami Cihad mensupları oluşturuyor, ama Arafat'ın kendi örgütü el-Fetih dahil bütün direniş gruplarının mensuplarından tutuklananlar mevcut. Arafat yönetimi ayrıca eylemleri kınayıcı açıklamalar da yaptı. Kısacası Arafat, kendisini bir hizmetçi ve emrindeki emniyet güçlerini de tampon güç gibi gören İsrail işgal devletine ve onun vahşette sınır tanımayan başbakanı Ariel Şaron'a yaranabilmek için büyük bir gayretkeşlik içine girmişti. Böyle yapmasına rağmen yine de Şaron'a yaranamadı ve Şaron'un gerek sözlü gerekse fiili saldırılarının birinci derecede hedefi oldu. İsrail işgal devleti ona adeta, görevini yerine getirmeyen köle muamelesi yaptı ve eski çağlarda efendilerin zelil kölelerine yaptıkları gibi bir yandan onu saçlarından tutup yerlerde sürüklerken bir yandan da ağız dolusu hakaretler savurdu. İşgal devleti bununla da yetinmeyerek özerk yönetimin kontrolünde olan bölgelere girerek tutuklamalar gerçekleştirdi. Bu durum özerk yönetimin Filistin halkı açısından hiçbir itibarının olmadığını, Filistin halkının gasp edilmiş haklarının geri alınması mücadelesinde hiçbir fonksiyon icra etmediğini bilakis bu mücadelenin önünde yer alan en büyük engellerden biri olduğunu ortaya koymaktadır.

Aslında İsrail işgal devletinin Arafat yönetimine bu derece yüklenmesi boşuna değildir. İşgal devleti Filistin direnişiyle doğrudan kendisi uğraşmak zorunda kaldığı zaman bunun kendisine bayağı ağır bir maliyetinin olduğunu, kendisinin yaptığı saldırılara ve gerçekleştirdiği cinayetlere bir şekilde cevap verildiğini, bu cevapların da Filistin toprakları üzerindeki İsrail varlığını tehdit ettiğini görüyor. Ama Filistin direnişiyle Arafat yönetiminin uğraşması durumunda, direnişi yürütenler bu yönetimle fiili bir kavga içine girmek istemiyorlar. Çünkü böyle bir kavganın Filistin halkını yıpratacağını, İsrail işgal devletini ise rahatlatacağını biliyorlar. Bundan dolayıdır ki başta HAMAS olmak üzere Filistin direniş grupları özerk yönetimin kendilerine karşı izlediği şiddet politikasına şiddet kullanarak karşılık vermekten her zaman sakındılar. İşte bundan dolayı İsrail işgal devleti özerk yönetimin Filistin direnişiyle uğraşmasının daha kolay olduğunu düşünüyor ve bu işi onun yürütmesini, kendisine bırakmamasını istiyor. Son olaylardan sonra gerek ABD'nin ve gerekse İsrail işgal devletinin Filistin özerk yönetimine yüklenmelerinin temel sebebi budur. Zaten Arafat yönetimini de bu gaye için iş başına getirdiklerini, görevini yerine getirmemesi durumunda ona ihtiyaçlarının olmayacağını düşünüyorlar. Bu sebepten dolayı işgal devleti Filistin direnişi karşısında kendisinin yapamadığını ve başaramadığını Arafat yönetimine yaptırmak istiyor; yapamadığı zaman da ona saldırıyor ve hakaretler ediyor. Tıpkı zalim bir efendinin kendisinin kaldıramadığı ağır taşı kölesine kaldırtmak istemesi, kaldıramaması durumunda da onu dövmesi ve ona ağız dolusu hakaretler etmesi gibi. İşte yıllardan beridir medya yoluyla dünya kamuoyuna sevimli gösterilmeye çalışılan sözde "Ortadoğu barışı"nın Arafat yönetimine kazandırdığı statü budur. Filistin halkına ise kazandırdığı hiçbir şey yoktur.