İşgalci saldırganlar tarafından şehit edilen üç aylık bebek Ziyauddin et-Tumeyzi. Amerikan emperyalizmin değerlendirmelerine göre İsrail'in bu küçük bebekleri öldürmesi bir tür nefsi müdafaa; bu bebeklerin siyonist vahşete karşı korunması için verilen mücadele ise "terör"dür. |
Üç aylık bebek Ziyauddin et-Tumeyzi'nin bir başka fotoğrafı. Bu bebeği siyonist işgalcilerin "sivilleri" öldürdüler. Bu bebeği öldürenleri acaba ne kadar "sivil" olarak görmek mümkün olabilir? Ne var ki Filistinlilerin işte bu sözde "siviller"e karşı verdiği mücadelede hedef aldıkları silahlı işgalcilerin giyimdeki "sivil"likleri sözlü saldırıların, anti-propagandaların malzemesi olarak kullanılırken işte bu bebeklerin sivilliklerini hiç kimse gündeme getirmek bile istemez. |
Terör acaba bu masum bebeklerin haklarını arayanların mücadelesi midir yoksa bu bebekleri hunharca katledenlerin yaptığı mı? Peki bu bebekleri hunharca katledenlerin "barış"la ne ilgileri olabilir? |
Terimlere verilen anlamların ve kavramların kamuoyu oluşturmada önemli etkisi olmaktadır. Emperyalizm bu etkiyi kendi lehine kullanabilmek için hizmetindeki bütün iletişim araçlarından da yararlanarak kavramları kendi belirlediği şekil ve anlamla kitlelere kabul ettirmeye çalışmaktadır. Emperyalizmin barış, terörizm, aşırılık, demokrasi, insan hakları vs. gibi terimlere verdiği anlamlar üzerinde düşünüldüğü zaman bu durum görülür.
Emperyalizm terimleri kullanırken de çifte standart politikasına başvurur. Mahiyet ve öz itibariyle birbirinin aynı veya benzeri olan iki mücadeleden birini bağımsızlık savaşı, diğerini ise terör olarak isimlendirmesi buna örnektir. Gayri meşru bir şekilde gerçekleştirilen işgal ve gaspı meşrulaştırmak ve bağımsızlık mücadelelerini sindirmek için gerçekleştirilen savaş anlaşmalarını "barış" olarak nitelendirmesi de bunun bir başka örneğidir.
Emperyalizme göre, kendi çıkarlarını tehdit eden, zayıf toplumlar üzerindeki sultasını hedefleyen bütün mücadeleler terördür. Bundan dolayıdır ki, Filistin halkının siyonist işgalcilere karşı verdiği mücadele, emperyalizmin hizmetindeki iletişim araçlarında hep terör olarak nitelendirilir. İşin gerçeğinde ise bu mücadele belli bir grubun değil bütün bir halkın mücadelesidir. Bu halkın verdiği mücadelenin amacı ise şiddet yoluyla kendi hakkı olmayan bir şeyi elde etmek değil, kuvvetten başka bir yol tanımayan gasıplardan kendi haklarını almaktır. Eğer kuvvet kullanmayı hep terör olarak kabul etmek gerekirse tarih boyunca verilmiş tüm mücadeleleri özellikle son yüzyılda yaygınlık kazanan bağımsızlık mücadelelerinin tümünü terör olarak nitelendirmek gerekirdi. Kamuoyunun yanıltılmasında en çok kullanılan kavramlardan biri de "barış"tır.
Bu iki kavramdan birincisine yani "terör" kavramına emperyalist oyunlara karşı verilen hak mücadelelerini sevimsiz göstermek için başvurulurken, ikincisine de birtakım haksızlıklara meşruiyet kazandırılması ve bunların sevimli gösterilmesi için başvurulmaktadır. Son Wye Plantation Anlaşması'nın bir "barış" olarak nitelendirilmesinin amacı da budur. İşin gerçeğinde bu anlaşma bir "barış" değil "savaş" anlaşmasıdır. Biz bunu daha önce de değişik yayın organlarındaki yazılarımızda ve konuşmalarımızda dile getirdik. Çünkü bu anlaşmayla İsrail işgal rejimi Filistin halkının bağımsızlık ve hak mücadelesini sindirmek için savaşma görevini Filistin özerk yönetimine devretmiştir. Bunun karşılığında da gerçekte sadece Batı Yaka bölgesinin % 1'ine tekabül eden ama kamuoyuna % 13 olarak yansıtılan bir toprak parçasının özerk yönetime devredilmesi söz konusu olmuştur. (Toprak oranları hakkında daha önce Akit gazetesinde dizi olarak yayınlanan yazımızda yeterince bilgi verdiğimizden burada ayrıntısına girmeyeceğiz.) Bu tıpkı bir geyiği sürükleyip getiren av köpeğinin önüne bir kemik atmaya benziyor.
Ancak siyonistlerin gözleri tarih boyunca hiç doymadığından ve gelecekte de doyması mümkün görünmediğinden, bir tampon kuvvet gibi kullanmak istedikleri özerk yönetimin Filistin halkının bağımsızlık ve hak mücadelesini sindirme savaşlarını yeterli bulmadılar, bu yüzden de Wye Plantation Anlaşması'nı askıya aldılar. Aslında bu olay da söz konusu anlaşmanın bir "barış" değil "savaş" anlaşması olduğunu çok açık bir şekilde gözler önüne sermektedir.
Anlaşmanın en büyük hedefi ise Filistinliler arasında kıran kırana bir savaş çıkmasına sebep olmaktır. İsrail özerk yönetimden bunu en kısa zamanda başlatmasını istiyor. Bundan dolayı tutuklamaları, insanların evlerinde ablukaya alınmasını vs. yeterli görmüyor. O: "Bunlar benim gözümü doyurmaz. Bir an önce silahlarını bu insanların üzerine çevir ki, onlar da senin adamlarına silahlarını çevirsinler de bu sayede Lübnan'dakine benzer bir iç savaş çıksın ve bu insanlar birbirlerini ortadan kaldırsınlar" diyor. Ama Filistin'deki İslami Direniş bu oyuna gelmek istemiyor. Dolayısıyla özerk yönetimle muhatap olmamak için eylemlerini tümüyle İsrail kontrolündeki bölgelere taşımaya çalışıyor. Fakat İsrail özerk yönetimi zorluyor. Özerk yönetimin kontrolündeki bölgeler bir an önce eski Lübnan'a dönsün istiyor. Belki de -Allah korusun- böyle bir şey olacak olsa her iki tarafa birden silah satmak için altyapıyı hazırlamıştır. Tıpkı Medine'de yıllarca birbiriyle savaşan Evs ve Hazrec kabilelerinin her ikisine birden silah satan ve böylece Medine ekonomisini ellerine alan yahudilerin yaptıkları gibi.
Bütün bu gerçekler Filistin davasının İslam aleminin ortak bir davası olması gerektiğini ve bu davaya hep birlikte sahip çıkmanın zorunluluğunu gözler önüne sermektedir. Daha önce sıkça söylediğimiz sözü burada da tekrar edelim: İslam aleminin en büyük belası durumundaki siyonizm yılanının başı ezilmeden Müslümanların gerçek anlamda huzura kavuşmaları mümkün görünmüyor.