Kral Hüseyin |
Kral Hüseyin |
Filistin topraklarına yahudilerin yerleştirilmesine imkan sağlayan ve yahudilerin bu topraklar üzerinde devlet kurmalarına kapı açan ilk ihanet Şerif Hüseyin tarafından yapılmıştır. Şerif Hüseyin 7 Şubat 1999 Pazar günü hayata gözlerini yuman (artık) eski Ürdün kralı olan Hüseyin ibnu Talal'ın dedesinin babasıdır.
İngiltere'nin Mısır elçisi Henri Mikmahun 1915'te Şerif Hüseyin'e bir teklif götürdü. Bu teklifte, Şerif Hüseyin'e Arapların Osmanlılardan ayrılarak bağımsız devlet kurmalarına yardımcı olacağını, kendisine de halifelik verileceğini vaad ediyordu. Yani İslam ümmetinin halifesini haçlı zihniyetinin başını çekenlerden İngiltere belirleyecekti. Bu vaadlerine karşılık Şerif Hüseyin'den de Filistin topraklarına yahudilerin yerleştirilmesine ve bu topraklarda bir yahudi devleti kurdurulmasına yardımcı olma sözü almıştı. Şerif Hüseyin İngilizlerin vaadlerine kanarak 10 Haziran 1916'da Osmanlılara karşı isyan başlattı. Aynı yıl İngiltere, Fransa ve Rusya arasında Filistin toprakları üzerinde bir yahudi devleti kurdurulması için gerekli şartların oluşturulmasını öngören Sykes-Picot anlaşması adı verilen bir anlaşma imzalanmıştı. Çok geçmeden Şerif Hüseyin'in de muvafakat ve destekleriyle 1917'de İngiliz orduları Filistin topraklarına girdi ve yahudilerin bu topraklara yerleştirilmesi işlemi hız kazanmaya başladı. 24 Temmuz 1922'de de şimdiki BM konumunda olan Milletler Cemiyeti, Filistin topraklarını resmen İngiltere'nin vesayetine verdi.
Şerif Hüseyin, Filistin'e ihanet konusunda İngilizlere verdiği sözü yerine getirdi ama İngilizler ona verdikleri sözü yerine getirmediler. Kendisine bütün Arap yarımadasının yönetimini vermeyi vaad ettikleri halde daha sonra şimdiki Ürdün topraklarına razı olmasını istediler.
Olaylar birbirini izledi ve 1947'de İngiliz güçlerin kademeli olarak Filistin'den çekilmesinden sonra 1948'in başlarında İsrail'in kuruluşu ilan edildi. İsrail'in kurulmasıyla birlikte Filistin halkıyla yahudiler arasında bir savaş başladı. Bu kez Filistin halkına Şerif Hüseyin'in oğlu zamanın Ürdün kralı Abdullah ihanet etti. Kral Abdullah, Filistin halkına destek amacıyla (!) İngiliz kumandan Glop Paşa'nın emrindeki ordusunu Filistin topraklarına soktu. Bizzat 1948 olaylarını yaşayanların anlattıklarına göre İngiliz Glop Paşa'nın emrindeki Ürdün birlikleri Filistinlilere: "Artık biz düzenli bir ordu olarak olaylara müdahale ettik. Sizin böyle dağınık bir mücadeleye devam etmenize gerek kalmadı" diyerek, onların yahudi işgalinden kurtardıkları bölgeleri ellerinden alıyor, sonra oraları tekrar yahudilere teslim ediyorlardı. Bu sayede yahudiler 1948 olaylarında sınırlarını daha da genişleterek bugün yeşil hat olarak adlandırılan hattın içinde kalan bölgelerin tamamına hakim oldular.
Kral Abdullah'ın ölümünden sonra tahta geçen Talal deli olduğu gerekçesiyle İngilizlerin de müdahalesiyle 1952'de tahttan uzaklaştırıldı. Yerine oğlu, zeki, akıllı ve kurnaz genç Hüseyin geçti. Hüseyin o zaman henüz 17 yaşındaydı.
Kral Hüseyin'in Filistin davasına olan ihanetlerini bütün ayrıntılarıyla vermemiz halinde söz bir hayli uzayacaktır. Biz bunların bazılarından başlıklar halinde bazılarından da birtakım ayrıntıları vererek söz etmek istiyoruz:
Kral Hüseyin 1967 Haziran savaşında Batı Yaka'nın tamamını hiçbir direniş göstermeden yahudilere teslim etti. 1968 savaşında da Ürdün askerleri bir direniş göstermediklerinden yahudi askerleri Ürdün'ün Salt şehrine kadar geldiler. O zaman yahudi askerlerini Ürdün nehrinin batısına çekilmeye zorlayanlar gönüllü mücahitlerdi. Eğer gönüllü mücahitlerin direnişi olmasaydı bugün Doğu Yaka bir diğer adıyla Gavru Ürdün olarak adlandırılan ova da yahudi işgali altında olacaktı.
Kral Hüseyin, Ağustos 1988 başlarında, intifadanın kızıştığı ve İsrail yönetiminin zor durumda kaldığı bir dönemde, Batı Yaka'yla ilişkisini kestiğini açıklayarak intifadayı yürüten Filistinlileri maddi yönden zor durumda bırakmayı amaçlayan bir adım attı. Kral Hüseyin, Batı Yaka'yla ilişkisini kesmekteki amacının Filistinlilerin kendi devletlerini kurmaları için kapı açmak olduğunu ileri sürüyordu. Oysa gerçek amaç Filistinlileri maddi açıdan sahipsiz bırakmak ve intifada karşısında sıkışan İsrail yönetimini biraz rahatlatmaktı. Filistin İslami Direniş Hareketi (HAMAS) bu kararla ilgili açıklamasında şu ifadelere yer veriyordu: "Filistin'in kurtarılması için tek yol olan kutsal cihad yolunda bir ayaklanmanın başlatılması gerekiyordu. İşte bu ayaklanma yahudilere boyun eğdirdi, onların güçlerini sarstı... İsrail bütün yolları denemesine ve konuyla ilgisi olan herkesin teklifini dinlemesine rağmen ayaklanmayı durdurmada başarılı olamadı. Tam bu esnada, Ürdün kralı Batı Yaka'yla olan idari ve kanuni bağlarını kesme ve bu yeri asıl sahiplerine devretme kararı aldığını açıkladı. Bu kararla neyi kastediyor? Filistin'i Filistinlilere mi devrediyor? İnsanı ilk bakışta hayrete düşüren böyle bir karar için biz deriz ki: Bu, dışı tatlı içi ise zehirden acı olan bir şeydir."
Filistin'in bağımsızlığı için mücadele vermek üzere ortaya çıkan örgütlerin birçoğunun Ürdün'de uzantıları bulunuyordu. Bunun en önemli sebebi Ürdün'de Filistinli mülteci veya aslen Filistinli Ürdün vatandaşı sayısının bir hayli fazla olmasıydı. Fakat Ürdün yönetimi Filistinli gerilla örgütlerinin ülkesinde bu kadar yoğunlaşmalarından rahatsız oluyordu. Bunun yanı sıra bazı gerilla örgütleri de Ürdün yönetimini sömürgeci düzenlerin bir uzantısı olarak görüyor ve bu yönetime karşı da mücadele edilmesi gerektiği fikrini savunuyorlardı. Ayrıca Ürdün yönetimiyle uzlaşma içinde olmayan bazı Arap yönetimlerinin uzantısı durumundaki örgütler arkalarında duran yönetimlerin Ürdün aleyhtarı tahriklerinden etkileniyorlardı. Filistinli gerillaların İsrail hedeflerine yönelik saldırılarının birçoğunu Ürdün topraklarından hareket ederek gerçekleştirmeleri de Ürdün yönetimini rahatsız ediyordu. Filistinli örgütlerle Ürdün yönetimi arasındaki uzlaşmazlığın bir sebebi de Ürdün yönetiminin Filistin'le ilgili gelişmeleri kendi kontrolünde tutma ve adeta Filistin davasının velisi gibi görünme çabası içinde olmasıydı. Oysa Ürdün geçmişte Filistin davasına yönelik ihanetleriyle böyle bir velâyete hakkının olmadığını ortaya koymuştu.
Bütün bu sebepler Ürdün yönetimiyle Filistinli gerillalar arasında gerginliğe yol açıyordu. Bu gerginlik yüzünden, 7 Haziran 1970'te Amman yakınlarında bulunan Zerkâ şehrinde Ürdün askerlerinin Filistinli gerillalara saldırması üzerine askerlerle gerillalar arasında çatışma çıktı. Bu olay üzerine George Habbaş'ın liderliğini yaptığı FHKC (Filistin Halk Kurtuluş Cephesi) gerillaları Amman'daki bazı noktalara saldırdılar. Olaylar daha sonra yayıldı. Daha sonra kavgaya son verilmesi için gerilla örgütleri altı kişilik bir Yürütme Kurulu oluşturarak Ürdün yönetimiyle görüşmelere oturdular. Bu arada Arap Birliği de müdahalede bulunarak sorunun görüşmelerle çözüme kavuşturulmasını istedi. Görüşmeler sonunda 10 Temmuz 1970'de bir anlaşma imzalandı. Anlaşmaya göre Ürdün, Filistinli gerillaların İsrail'e yönelik eylemlerine müdahale etmeyecek gerillalar da Ürdün güvenliğini tehdit edecek herhangi bir hareket içine girmeyeceklerdi. Ancak 26 Ağustos'ta gerillalarla Ürdün askerleri yeniden bir çatışmaya girdiler. 1 Eylül'de Kral Hüseyin'e karşı bir suikast teşebbüsünde bulunulduğu ileri sürüldü. Gerillalar 6 Eylül'de Ürdün'e ait bazı uçakları yaktılar. Derken olaylar büyüdü ve 17 Eylül'den itibaren tam bir savaş niteliği kazandı. Bunun üzerine Suriye birlikleri 20 Eylül'de kuzeyden Ürdün'e girerek savaşa müdahale etti. Bu kez ABD devreye girerek Kral Hüseyin'in tahttan indirilmesine izin vermeyeceğini bildirdi. ABD İsrail yönetimiyle de anlaşarak Kral Hüseyin'in zor durumda kalması halinde müdahalede bulunması üzere anlaştı. Dolayısıyla İsrail kuvvetleri Kral Hüseyin'e yardım için bütün askeri hazırlıklarını yaptılar. ABD bir yandan da Sovyetler Birliği'ne baskı yaparak Suriye'nin Ürdün'den çekilmesi için müdahalede bulunmasını istedi. Sonuçta Suriye Ürdün'den çekilmek zorunda bırakıldı. Suriye kuvvetlerinin çekilmesi üzerine Ürdün yönetimi 23 Eylül'de ateşkes ilan etti. 27 Eylül'de de Arap ülkelerinin müdahalesiyle Ürdün yönetimiyle gerillalar arasında bir anlaşma imzalandı. Bu seferki anlaşma da 10 Temmuz tarihli anlaşmanın bir benzeriydi. Bu olayların yaşandığı 1970 yılı Eylül ayı "Kara Eylül" olarak tarihe geçmiştir.
27 Eylül 1970 anlaşmasına rağmen Ürdün'ün Filistinli gerillaları Ürdün topraklarından uzaklaştırmayı amaçlayan uygulamaları son bulmadı. Bu uygulamalar dolaylı olarak zaman zaman karşılıklı çatışmalara yol açtı. Ürdün, gerillaları tamamen imha etme veya Ürdün topraklarından silip atma amacına yönelik hazırlıklarını da ABD'nin desteğiyle yoğun bir şekilde sürdürüyordu. Kral Hüseyin, bu hazırlıkları sürdürdüğü sırada ABD'deki yahudi lobisinin ileri gelenlerinden olan ve bir ara ABD dışişleri bakanlığı yapan Henry Kissenger'le yoğun temas içindeydi. Filistinli gerillaların Ürdün'den çıkarılmasıyla İsrail'in işgal altında tuttuğu toprakların doğu sınırı güvenceye alınmış olacaktı. Derken 13 Temmuz 1971'de Ürdün yönetimi Filistinli gerillalara karşı geniş çaplı bir askeri operasyon başlattı. Birkaç gün süren operasyonda Filistinli gerillalardan ve sivillerden toplam 3000 kişi öldürüldü. Filistinli mültecilerin kaldığı kamplar tamamen yerle bir edildi. Sağ kalabilen gerillaların tamamı da Ürdün'ü terk ederek Suriye veya Lübnan'a gitmek zorunda bırakıldılar. Ürdün yönetiminin siyonist işgalcilerin bile yapamayacağı bu imhâ harekâtı Arap dünyasında geniş tepkilere yol açtı. Birçok Arap ülkesi bu harekâtından dolayı Ürdün'ü kınadı. Ancak kınamalar samimiyetten uzak belli siyâsi hedeflere yönelik kuru açıklamaların ötesine geçmiyordu.
Ürdün yönetiminin yukarıda sözünü ettiğimiz imhâ harekâtından önce Filistin direnişi daha çok Ürdün topraklarında yoğunlaşmış durumdaydı ve İsrail hedeflerine yönelik eylemlerini de genellikle buradan yürütüyordu. Ancak söz konusu imha harekâtından sonra burayı terk etmek zorunda kalınca daha çok Lübnan'da üslenmek zorunda kaldı. Bunun en önemli sebebi Lübnan'ın lojistik açıdan İsrail hedeflerine yönelik eylemler için Ürdün'den sonra en uygun mekân olmasıydı. Suriye ise daha çok direnişin siyâsi ve tanıtım faaliyetlerini yürütmede kullanılan bir merkez olarak seçildi.
Arafat'ın açtığı kapıdan Ürdün'ün eski kralı Hüseyin de girdi. Zaten Perşembe'nin gelişi Çarşamba'dan belliydi. Teorik olarak Ürdün 1948'den yani İsrail'in resmen kuruluşunu ilan ettiği tarihten buyana bu ülkeyle savaş halindeydi. Pratikte ise herhangi bir savaş hali söz konusu değildi. 1948, 1967, 1968 ve 1973 yıllarında çıkarılan savaşlarsa sadece İsrail'in işine yaramıştı. Adeta bu savaşlar İsrail'in sınırlarını biraz daha genişletmesi için çıkarılmıştı.
Ürdün'ün İsrail'le ilişkilerini normalleştirmeyi amaçlayan son yürüyüşünde ABD baskılarının ve tehditlerinin birinci derecede rol oynadığı siyasi gözlemcilerin müşterek tespiti. Özellikle Körfez savaşındaki tutumundan dolayı Arap dünyasında yalnızlığa itilen Ürdün, dış baskılara ve şantajlara daha açık bir duruma gelmişti. Körfez savaşında aldığı yarayı sarma ve uluslararası güç odaklarına kendini kabul ettirme ihtiyacı duyan Ürdün yönetimi dış baskılar karşısında sürekli boynunu eğik görüyordu. ABD yönetimi Ürdün'ün bu durumunu sonuna kadar değerlendirdi. Ancak şunu da eklemek gerekir ki, ABD'nin baskıları ve tehditleri sadece Ürdün'ü İsrail'le ilişkileri normalleştirme çabalarını hızlandırmaya yöneltmiştir. Yoksa işin gerçeğinde uzun vadede Ürdün bunu zaten yapacaktı. ABD, Ürdün yönetiminin iç baskılardan ve özellikle İslami siyasi akımların halk üzerindeki gücünden etkilenebileceğini hesaba katarak Kral Hüseyin'i bir an önce Arafat'ın girdiği kapıdan girmeye zorladı. Sonuçta zamanın ABD dışişleri bakanı Christopher'in ve onun yaveri sayabileceğimiz Mısır devlet başkanı Hüsnü Mübarek'in çabaları ürününü kısa zamanda verdi ve Ürdün'le İsrail arasında yıldırım hızıyla, 26 Ekim 1994 tarihinde Akabe Anlaşması diye bilinen bir anlaşma imzalandı.
Bu anlaşmanın imzalanmasıyla birlikte karşılıklı olarak sınırlar açıldı ve iki ülkenin birbirlerinin başkentlerinde büyükelçilikler açması kararlaştırıldı.
ABD başkanı Bill Clinton başta olmak üzere çok sayıda yabancı devlet adamının katıldığı bir törenle ünlü Araba vadisinde imzalanan Ürdün-İsrail anlaşmasıyla öncelikli olarak sınırlar konusu ele alınıyordu. Buna göre İsrail, 1967 Haziran savaşında işgal etmiş olduğu Araba vadisindeki topraklardan 300 km2'lik bir alanı Ürdün'e geri verecek, buna karşılık bazı bölgelerde 3 bin dönüme yakın tarım arazisini 25 yıllığına Ürdün'den kiralayacaktı. Anlaşma kiralama süresinin uzatılmasına da imkân sağlıyordu. Sınır anlaşmasının her bakımdan İsrail'in lehine olduğu açıktı. Çünkü Ürdün yönetimi bu anlaşmayla 1967 Haziran savaşı öncesinde kontrolünde tuttuğu Batı Yaka (Batı Şeria) toprakları üzerindeki İsrail hâkimiyetini resmen tanımış oluyordu. Ayrıca Yediot Aharanoot gazetesinin yazdığına göre İsrail'in Ürdün'e iade edeceği topraklar pek tarıma elverişli olmayan sahra arazisi, buna karşılık kiralayacağı topraklar ise tarıma elverişli ve sulu araziydi. Sınır anlaşması Kudüs konusuna da bir açıklık getirmediğinden bu meselenin küllenmeye terk edildiği anlaşılıyordu. Bunun yanı sıra Ürdün tarafı İsrail başbakanı Rabin'in Kudüs'ten "başkentimiz" diye söz etmesine herhangi bir şekilde tepki göstermemişti. Bu durum Ürdün'ün, siyonistlerin Kudüs üzerindeki hâkimiyetlerini pekiştirme çabaları karşısında sessiz kalmayı tercih ettiğini gösteriyordu. Sınır anlaşması siyonist İsrail yönetimine Batı Yaka toprakları üzerindeki saltanatını pekiştirmesine de imkân veriyordu.
Anlaşma, suların kullanımı konusunda bazı maddeler içeriyordu. Buna göre İsrail, Ürdün'e Ürdün ve Yermük ırmaklarından yılda 50 milyon m3 su verecekti. Aslında bu ırmaklar 1967 Haziran savaşında işgal edilmiş olan topraklar içinde bulunmaktadır. İsrail'in bu ırmaklardan Ürdün'e su vermeyi vaad etmesi gerçekte Ürdün'le alay etmekten başka bir anlam taşımıyordu. Çünkü Yermük ırmağı zaten normalde Ürdün topraklarında bulunuyor. Bu ırmağın batı yakasını İsrail, 1967 savaşında işgal etti. Ama 242 ve 338 sayılı BM Güvenlik Konseyi kararları İsrail'e bu savaşta işgal ettiği topraklardan çekilmesini öngördüğünden siyonistlerin Yermük ırmağı sularında herhangi bir hak iddia edememeleri gerekiyor. Üstelik ırmağın bir yakası İsrail işgalinde olsa da öteki yakası hala Ürdün'ün elinde. Dolayısıyla İsrail'in adeta Yermük ırmağı üzerinde tek hak sahibi gibi davranması Ürdün'ün acziyetini ve kendi haklarını savunma konusunda hiçbir varlık gösterme eğiliminde olmadığını gösteriyor. Ürdün'ün bu acziyetinden yararlanan siyonistler ona, kendi suyunu kendine "barış" karşılığı olarak vermeyi vaad ediyorlar. İşin gerçeğinde anlaşmaya imza atan eski Kral Hüseyin de bunun bir kazanç olmadığının farkındaydı. Ama halkının nezdinde kaybettiği prestijini kurtarmak için Ürdün lehine gibi görünen bu tür gelişmelerden de yararlanma ihtiyacı duyuyordu.
Ürdün-İsrail anlaşması aynı zamanda iki ülkenin güvenlik konusunda işbirliğini öngörüyordu. Bunun anlamı İsrail'in güvenliği için Ürdün yönetiminin gerekli tedbirleri almaya ve İsrail'in güvenliğini tehdit eden çalışmalara fırsat vermemeye zorlanmasıydı. İsrail'in bu konuda Ürdün'ün epey başını ağrıtacağı kesindi. Çünkü siyonist İsrail yönetimi Ürdün topraklarında yürütülecek Filistin davası lehindeki bütün faaliyetleri kendi güvenliğini tehdit eden faaliyetler olarak algılayacak ve Ürdün yönetiminden, anlaşma gereğince bu faaliyetleri durdurmasını isteyecekti. Çünkü Yüce Allah, Kur'an-ı Kerim'inde şöyle buyuruyor: "Onlar her bağırtıyı aleyhlerine sanırlar." (Münâfikun, 63/4) Nitekim anlaşma sonrasında Ürdün yönetimi kendi topraklarında yürütülen ve Filistin davasına destek amacı taşıyan faaliyetlerin önüne geçebilmek için yoğun bir çalışma başlattı. Filistin halkının davasıyla yakından ilgilenme gereği duyan ve kendisini bu konuda sorumlu hisseden Ürdün halkı ister istemez Filistin davasıyla ilgilendiğinden ve Filistin halkının sorunlarına sahip çıktığından, Ürdün - İsrail güvenlik işbirliği Filistin halkının bağımsızlık mücadelesine önemli bir darbe vurmuştur. Ürdün yönetiminin İsrail'in çağrısıyla Filistin davasına destek amacı taşıyan faaliyetlere engel olması kendi halkıyla karşı karşıya gelmesine de yol açtı.
Anlaşma, güvenlik konusunda işbirliğini öngörmekle kalmıyor, aynı zamanda tarafların birbirlerinin aleyhine propaganda yapılmasına engel olması şartını da içeriyordu. Bu şartın en çok İsrail'in işine yarayacağı açık ve kesindi. Nitekim Ürdün, İsrail işgal rejimini bu konuda memnun edebilmek için camilerdeki vaazlara ve hutbelere kadar müdahale etme ve yahudilerin tarihteki çirkin faaliyetlerinden söz eden ayetleri okutmama yoluna bile gitti. Hatta bu anlaşmanın imzalanmasından sonra başlatılan bir uygulama gereğince cami imamlarının vaaz ve hutbe öncesinde ne gibi konular üzerinde duracaklarına dair rapor vermeleri zorunlu kılındı.
Ürdün-İsrail anlaşması Filistin halkının büyük tepkisine yol açtı. Batı Yaka ve Kudüs'te 1 milyondan fazla Filistinli, Filistin'de faaliyet yürüten çeşitli örgütlerin çağrısıyla söz konusu anlaşmayı protesto amacıyla genel greve gitti. Bazı şehirlerde de anlaşmaya karşı çeşitli protesto gösterileri düzenlendi. Ürdün-İsrail anlaşmasından Gazze ve Eriha'da kurdurulan özerk yönetimin başkanı Yasir Arafat da memnun kalmadı ve bu anlaşmanın her bakımdan Filistin halkının aleyhine olduğunu söyledi.
Anlaşma Ürdün'ün bazı Arap ülkeleriyle arasının açılmasına da yol açtı. Suriye yönetimi İsrail'le imzaladığı anlaşmadan dolayı Ürdün'ü oldukça sert bir dille eleştirdi. Libya tarafından yapılan açıklamada da Ürdün-İsrail anlaşması hakkında şu ifadelere yer verildi: "Anlaşma, Arap milletini güçsüzleştirmektedir ve halkın İsrail'e karşı kendi topraklarını ele geçirmek ve onurlu bir hayat sürmek amacıyla yürüttüğü mücadeleye karşı bir adımdır." Anlaşmaya İran da şiddetle tepki gösterdi ve Kral Hüseyin'in Enver Sedât'ın yolundan gittiğine dikkat çekti.
Ürdün, İsrail'le yaptığı anlaşmadan bölgesel olarak bir şey kazanmış değildir.