Sömürgecilikte Globalleşme ve Dünya Ekonomik Forumu

4 Şubat 2002 Pazartesi, Cuma dergisi

Dünya Ekonomik Forumunun Kimliği ve Amacı

Dünya Ekonomik Forumu yakın zamana kadar çok fazla adını duyurmuş değildi. Ancak son yıllarda yaptığı birtakım ataklarla ve organize ettiği zirvelerle ismini daha çok duyurur oldu. Bugün ise neredeyse bütün dünyadaki ekonomik politikaların koordinasyon merkezlerinden biri olarak görülür hale geldi. Aslında bu oluşum henüz global ekonomik yapılanmada çok fazla etkili değildir. Ama kendini öyle göstermek istiyor ve bu kadarla da yetinmeye niyetli değil. Asıl amacı bütün dünya ülkelerinin kendine mahkum olacağı bir uluslararası ekonomik organizasyon haline gelmeyi hedeflemektedir. Yani global ekonomik yapılanmanın BM'si olmayı amaçlıyor. Bunu sağlayabilirse uluslararası ekonomi üzerinde katı bir diktatorya kurmaya çalışacağı kesindir.

Dünya Ekonomik Forumu, İslam dünyasında daha çok Fas'ın Kazablanka (ed-Dâru'l-Beyzâ) şehrinde 30 Ekim - 1 Kasım 1994 tarihleri arasında düzenlenen Ortadoğu ve Kuzey Afrika Ülkeleri I. Ekonomi Zirvesi ile adını duyurmaya başladı. İlginçtir ki bu zirve İsrail işgal devletinin sözde "barış" süreci adı altında kendini kabul ettirme sürecini başlatmasının ardından Arap ülkelerine ekonomik yönden açılma programının hayata geçirilmesi için düzenlenmiş bir zirveydi. İşte bu zirvenin organizasyonunu adı geçen oluşum gerçekleştirmişti. Bu zirvenin ana gündemini İsrail dışişleri bakanı Şimon Peres'in yıllardan beri üzerinde durduğu bir "Ortadoğu Ortak Pazarı" kurulması projesi oluşturuyordu. Şimon Peres, Ortadoğu Ortak Pazarı projesini İsrail'in Ortadoğu ve İslâm ülkelerine açılabilmesi, bu ülkelerin pazarlarına girebilmesi için zorunlu görüyor ve bu projeye İsrail'in işgal ettiği toprakları genişletme projesine alternatif bir proje olarak bakıyordu. Hatta o zaman Peres bu yöndeki düşüncelerini "Ekonomik Yönden Büyük İsrail" ideali olarak lanse etmek suretiyle siyonist kesime kabul ettirmeye çalışıyordu. İşte Kazablanka zirvesinde böyle bir ortak pazarın temel unsurlarının neler olabileceği, bu projenin nasıl uygulamaya geçirilebileceği, özelde Ortadoğu genelde tüm İslâm ülkeleri arasında ekonomik entegrasyona nasıl gidilebileceği konuları üzerinde duruldu. Ancak bu çerçevede gündeme getirilen projelerin hep İsrail merkezli olması dikkat çekiyordu. Örneğin Ortadoğu Ortak Pazarı'nın altyapısını oluşturacak projeler arasında gündeme getirilen Ortadoğu Kalkınma Bankası projesi incelendiğinde, bu isim altında İsrail kontrolünde bir Ortadoğu Para Fonu kurulmasının amaçlandığı görülüyordu. Gündeme getirilen destek projelerin de tamamı İsrail'e endeksliydi. Örneğin bölge turizminin geliştirilmesiyle ilgili destek projesinde Tel Aviv'le bütün Arap ülkelerinin başkentleri arasında doğrudan uçak seferlerinin düzenlenmesi öngörülüyordu. İsrail, Körfez petrolünü hakimiyetine almak için de buradan çıkarılan petrolün borularla işgal altında tuttuğu topraklar üzerinden Akdeniz'e aktarılmasına dair projeler ortaya koydu. Kazablanka'daki ekonomi zirvesine katılan İslâm ülkelerinin yöneticileri çoğunlukla İsrail'e endeksli bu projelere yakın ilgi gösterdiler. Bu yakın ilgi büyük ölçüde söz konusu yöneticilerin ABD desteğine olan ihtiyaçlarından ileri geliyordu.

Daha sonra Ortadoğu ve Kuzey Afrika Ülkeleri Ekonomi Zirveleri'nin geleneksel hale getirilmesine çalışıldı. Ancak, İsrail işgal devletinde yaşanan siyasi değişim ve bu devletin saldırgan tutumunu sürdürmesi sebebiyle Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkeleri kendi halklarından yükselen tepki sebebiyle İsrail'le diplomatik ilişkilerini yeniden gözden geçirme ve en azından dışa yansıyan tarafını dondurma ihtiyacı duydular. Bu yüzden İsrail işgal devletinin zikrettiğimiz projeleri tam olarak gerçekleşemedi.

Dünya Ekonomik Forumu'nun organize ettiği bu zirvelerin içerik ve amaçlarına bakıldığı zaman İsrail işgal devletinin çıkarlarının öncelikli olarak gözetildiği ve bu devletin ekonomik yönden İslam dünyasına açılmasının hatta bu ülkeler üzerinde bir global sistem kurabilmesinin yollarının bulunmasına çalışıldığını görürüz. Bu oluşumun zaten uluslararası siyonizmin çıkarlarına hizmet ettiği ve Amerika'daki siyonist lobilerin güdümünde olduğu da bilinen bir gerçektir.

Aslında siyonist lobilerin daha başka uluslararası ekonomik kuruluşlar üzerinde de belli bir etkileri vardır. Ama Dünya Ekonomik Forumu vasıtasıyla globalleşme ve globalleşme yoluyla gelen uluslararası ekonomik sistem üzerindeki etkilerini daha da artırmayı hatta tümüyle kendi kontrollerine almayı hedeflemektedirler.

Globalleşmenin Temel Hedefi

Bilindiği üzere Dünya Ekonomik Forumu'nun Davos Zirvesi olarak adlandırılan ama New York'ta gerçekleştirilen toplantısında gündeme gelen ana konu globalleşmeydi. Biz globalleşme konusuna geçmeden önce şunu vurgulayalım ki söz konusu forumun bu meseleye el atmasının temel amacı bu konuda kendi sultasını oluşturmak ve böylece uluslararası siyonizmin bütün ülkeler ve uluslar üzerinde ekonomik hakimiyet kurmasını sağlamaktır. Bu yüzdendir ki İsrail'in ekonomik yönden dışa açılımını sağlamak amacıyla başlattığı Ortadoğu ve Kuzey Afrika Ülkeleri Ekonomi Zirveleri'ni geleneksel hale getirmeye çalıştığı gibi "Davos Zirveleri" adını verdiği toplantıları da geleneksel hale getirmeye çalışmaktadır. Aslında bu toplantılar ekonomik yapılanmayı doğrudan etkileyebilecek nitelikte değildir. Ama Dünya Ekonomik Forumu'na hakim zihniyet bu toplantıları daha etkili hale getirebilmek için söz konusu zirvelere medyanın ilgisinin artmasını ve bu zirvelerin global ekonomik yapılanmanın şekillenmesinde birinci derecede rol oynayacak zirveler gibi kabul edilmesini sağlamaya çalışmaktadır. Bu amacın gerçekleşmesi ise siyonist lobilerin global ekonomik yapılanma üzerindeki etkilerini artırmaktan başka bir sonuç doğurmayacaktır. Bunu vurguladıktan sonra çağımızda en çok tartışılan konulardan biri olan globalleşme konusuna geçmek istiyoruz.

Mevcut globalleşmeler aslında geçmişteki sömürgeci anlayışın bir devamıdır. Uluslararası sömürgeci anlayış da Avrupa'daki kölelerle ilgili anlayışın geçirdiği evrimler gibi birtakım evrimler geçirmektedir ve içinde bulunduğumuz globalleşmeler dönemiyle de yeni bir evrime girmiştir. Avrupa'da eski totaliter rejimler dünyanın çeşitli yerlerinden topladıkları ve köleleştirdikleri insanları önce bir dilim ekmek karşılığı ağır şartlarda çalıştırdılar. Sonra kapitalist yapılanmaların güçlenmesiyle birlikte tüketimi teşvik anlayışı etkili olmaya başladı. Bunun üzerine kölelerin de toplumda tüketici bir kitle olması bunun için onların da belli bir kazanca sahip olmaları gerektiği düşünüldü ve kölelik kurumu kaldırıldı. Bu kez eskinin köleleri sanayi toplumunun işçi sınıfına dahil oldular ve belli bir emek sarf ederek hem üretime hem de aldıkları ücretle tüketime katkıda bulunmaya başladılar. Daha sonra işçi sınıfının toplumda etkin bir grup olmaması için bunların bir kısmının büyük sanayi kuruluşlarına mal üretecek destek sanayi diyebileceğimiz küçük sanayi kuruluşları kurmalarına fırsat verildi. Zaman içerisinde teknolojinin gelişmesiyle ve otomasyonun ilerlemesiyle birlikte bu tür kuruluşların bir kısmını yine büyük sanayi kuruluşları yuttu ve bu kez işsizlik sorunu kendini hissettirmeye başladı.

Buna benzer şekilde, doğrudan sömürgecilik döneminde sömürgeci ülkeler sömürgeleştirdikleri toprakların bütün ulusal servetlerini sorumsuzca alıp kendi topraklarına taşıyorlardı. Dolaylı sömürgecilik dönemine geçilince bu kez o ulusal servetler için belli bir ücret ödenmeye başlandı. Bu arada sözde bağımsız hâle getirilen ülkelerin başlarına da sömürgeci ülkelerle kolayca anlaşabilecek yönetimler geçti. Bu yönetimler ülkelerinin ulusal servetlerini bizzat kendi insanlarını çalıştırarak çıkarıp, doğrudan sömürgecilik döneminde ekonomik yönden belli bir mesafe kat etmiş ülkelere sembolik diyebileceğimiz birtakım ücretlerle hammadde olarak satmaya başladılar. İşte petrol, tarım ürünleri, madenler, orman ürünleri gibi birçok doğal ürün bu şekilde zengin ülkelere satıldı. Bu yolla zengin ülkeler, sadece o ürünleri çıkarmanın işçilik ve nakliye işlemlerini bağımsızlaştırılan ülkelerin yönetimlerine devretmiş oldular. Bu işi kendileri yapsalardı aynı ücreti belki biraz daha fazlasını görevlendirdikleri işçilere vermek zorunda kalacaklardı. Ama bağımsız ve ulusal (!) yönetimler kendi insanlarını daha ucuza çalıştırarak zengin ülkelerin ihtiyaç duydukları hammaddeleri onların tasavvur ettiklerinden de ucuza mal etmeyi başarabildiler. Bu yüzdendir ki bugün ileri ülkelerde kişi başına düşen milli gelir 10 bin doların altına düşmezken, Afrika ülkelerinin çoğunda 300'le 600 dolar arasındadır; orta derecedeki bazı Asya ülkelerinde ise en fazla iki bin doları bulmaktadır.

Bugün dolaylı sömürgecilik devam ediyor. Ancak sömürgeci ülkeler sadece hammadde teminiyle yetinmek istemiyorlar. Üretimin artması, zengin ülkelerin geleceğini tehdit eden işsizlik sorununun çözülmesi, yine bu ülkelerde gittikçe yaşlanan nüfusa destek verecek genç ve dinamik bir nüfusun devreye girmesi ve mevcut sanayi kuruluşlarının ürünlerini daha geniş bir alanda pazarlama imkânı bulabilmeleri gerekiyor. Bunun için geri kalmış ülkelerde tüketime yönelik alım gücünün kısmi bir şekilde yükseltilmesi ama bu kez insanların tamamen tüketim mahkumu haline gelmeleri gerekiyor. Bunun için de gelişmiş teknolojinin ürünlerinin önündeki gümrük engellerinin kalkması, öte yandan geri kalmış ülkelerdeki insanların alım güçlerinin nispeten artırılabilmesi için buralarda yine gelişmiş ülkelerin finanse edeceği ve ileri teknolojiye hizmet edecek birtakım destek kuruluşların tesis edilmesi gerekiyor. İşin gerçeğinde ekonomik yönden kendilerini mevcut global yapılanmalarda kuyruk olmaya mahkum gören ülkelere yönelik projeler ekonomik yönden bağımlılığı daha da artıracak projelerden başka bir şey değildir. Çünkü geçmişte nasıl hammadde temini yoluyla sömürgeci güçlere hizmet ediliyor idiyse söz konusu projelerin devreye girmesinden sonra da ileri teknolojinin ihtiyaç duyduğu bazı ürünlerin üretilmesi yoluyla hizmet edilecek. Üstelik bu ürünlerin bir başka şekilde değerlendirilmesi mümkün olmayacağından ekonomik bağımlılık daha da artacak.

İslam Dünyasının ve İslami Camianın Yaklaşımı

İslam dünyasındaki mevcut sistemlere yön verenlerin globalleşmeye çok fazla itirazlarının olmadığı biliniyor. Ancak son zamanlarda bu sistemler üzerinde söz sahibi olmaya veya bu sistemlerde köklü olmasa bile bazı değişiklikler gerçekleştirmeye aday olan ve İslami camiayı temsil eden kesimlerin de globalleşmeleri mevcut gidişatıyla kabullenmeye hazır olduklarını, sadece statüko içinde kendilerine bir yer arama, kendilerini statükoya yön veren zihniyete kabul ettirme çabası içine girdiklerini görüyoruz. Biz burada şunu hatırlatmak istiyoruz ki bu gidişat daha önce de belirttiğimiz gibi sömürgeciliğin bir devamıdır ve modernleşmesidir. Müslüman toplumların ve bu toplumların siyasi geleceklerine yön verme arzusu taşıyan siyasi oluşumların uluslararası statükoyu değiştirmeye güç yetiremeyecekleri zannıyla bu statüko içinde kendine yer arama çabası içine girmeleri onun içinde eriyip gitmeyi de beraberinde getirecektir. Bu statükoyu şekillendirenler belki size bir yer bulurlar, ama siz hiçbir zaman şekillendiren iradeyi etkileyemezsiniz; sadece sizin için biçilen role razı olmak zorunda kalırsınız. Bu da onların çıkarlarına ve amaçlarına hizmet etmenizi kolaylaştırır.

Resulullah (s.a.s.), Medine'ye hicret ettiğinde bu şehrin ticaret mekanizması, pazarı yahudilerin hakimiyetindeydi. Ama Peygamber (s.a.s.) alternatif bir pazar ve ticaret mekanizması oluşturdu ve böylece yahudilerin bu alandaki tekelleri kırıldı; hatta bu alandaki hakimiyetleri son derece zayıfladı. "O günün şartlarıyla bugünün şartları çok farklı" denilebilir. Ama şunu bilmek gerekir ki mutlak güç ve hakimiyet sahibi olan Allah'tır. Dünyadaki güç ve hakimiyeti de dilediğine verir, dilediğinden alır. Önemli olan ilkelerden, değerlerden ve amaçlardan sapmamaktır. "Çağdaş sömürgeci yapılanmayı değiştirmeye gücümüz yetmez, bari bu yapılanma içinde kendimize bir yer bulalım" dersek varlığımızın, öne çıkma çabamızın gerekçelerini ortadan kaldırmış oluruz.