Bugün İslam ülkeleri içinde İsrail işgal devletiyle en sıkı münasebetleri olan ülke Türkiye'dir. Öyle ki Türkiye İsrail'le ortak askeri tatbikat yapacak kadar ilişkilerini sıkılaştırmıştır. Türkiye'nin 54 adet F-4 Phantom 2000 savaş uçağı İsrail işgal devletindeki şirketler tarafından modernize edilmektedir. İlginçtir ki bu 54 adet savaş uçağının modernize edilmesini de içeren ve savaş sanayisiyle ilgili muhtelif ihalelerin İsrail şirketlerine verilmesine imkan sağlayan "Savunma Sanayi İşbirliği Anlaşması" hükümetin Refah Partisi'nde olduğu bir dönemde imzalanmıştır. Bunun sebebi Refah Partisi'nin hükümete gelmekle aslında iktidara gelememesiydi. Çünkü devletteki karar mekanizması hükümeti aşıyor, yerine göre halkın oylarıyla seçilmiş siyasi partilerin kurduğu hükümetler bile önlerine geleni kabul etmenin ötesinde bir şey yapamıyorlar.
Türkiye-İsrail ilişkilerinin bu kadar gelişmesinin arkasındaki en önemli unsur Türkiye'deki yahudi lobiciliğidir. Bu itibarla Türkiye'deki yahudi lobiciliğinin geçmişinin ve bugününün gözden geçirilmesinde yarar görüyoruz. İşte bu dizi yazımızda bu konuyla ilgili birtakım özet bilgiler vermeye çalışacağız.
Türkiye'deki yahudi lobiciliğinin üç kanadı bulunmaktadır. Bunların birincisi bizzat yahudilerin oluşturduğu kanattır. İkinci kanat yahudi kökenden gelen ama Müslüman olduklarını söyleyen gerçekte ise yahudi kimliklerini koruyan ve yahudilerle irtibatlarını sürdüren kesimin oluşturduğu kanattır. Bu kanattan olanlara Dönmeler veya Sabetaycılar denmektedir. Üçüncü kanadı ise köken itibariyle yahudi olmayan ama birtakım çıkar hesaplarından veya benimsemiş oldukları anlayıştan dolayı yahudi kökenlilerle irtibat içine giren ve onların planlarına hizmet eden kimselerin oluşturduğu kanattır. Bu kanadı oluşturanların başında gelenler ise masonlardır. Fakat mason olmayanlardan da pek çok kimse kişisel çıkarlarından veya makam davalarından dolayı onlarla içli dışlı olmuş, onlara hizmet etmiştir.
Yukarıda söylediğimiz kanatlardan yahudi kimliklerini koruyanlar ve bu kimliklerini açığa vuranlar yani "yahudi olarak kalanlar" genellikle ekonomik alana ağırlık vererek kendilerini zenginleştirmiş ve paralarıyla başkalarını etki alanlarına çekmiş, onların kendilerine hizmet etmelerini sağlamayı başarmışlardır. Ama bu kesim çoğunlukla yönetimde fiilen görev almayı tercih etmemiştir. Bu kesimin yönetimde fiilen görev almak istememesi: "Türkiye'de yahudi kesim yönetime girmemiş, bunun yerine ekonomik alana ağırlık vererek lobi faaliyetlerini daha çok paranın sultasına dayanarak yürütmüşlerdir" şeklinde bir yanlış hüküm verilmesine sebep olmuştur. Oysa işin gerçeğinde yahudiler Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulduğu günden buyana etkin bir şekilde yönetimde rol almış, oldukça üst makamlara kadar yükselmiş ve çoğu zaman da devlet politikasını belirleyici roller oynamışlardır. Ama bunu "yahudi" kimliklerini gizleyerek yapmışlardır. Yani bu işi yapanlar yukarıda sözünü ettiğimiz kanatların ikincisinden olanlardır.
Biz bu yazı dizimizde yukarıda sözünü ettiğimiz üç kanadın bu ilk ikisinden yani yahudi kökenli olanların oluşturduğu kanatlardan söz edeceğiz. Çünkü üçüncü kanat oldukça geniş bir ekseni oluşturmaktadır. Onlar ve faaliyetleri hakkında yeterli bilgi verebilmemiz için yazı dizimizi bir hayli uzatmamız gerekir.
Bugün Türkiye'deki mevcut hükümette Dışişleri bakanlığı görevini yürüten İsmail Cem İpekçi yahudi kökenli bir aileden gelmektedir. Bu aile Sabetaycı kesime mensuptur. Yani yahudi kimliklerini gizleyen ama bununla birlikte o kesimle ilişkilerini sürdüren kesime. Başbakan Bülent Ecevit'in eşi Rahşan Ecevit'in de Sabetaycı aileden olduğu bizzat bu kesime mensup yazar Ilgaz Zorlu tarafından dile getirilmiştir. Rahşan Ecevit'in eşi Bülent Ecevit üzerinde büyük bir etkisinin olduğunu, onun bütün kararlarını etkileyebildiğini bugün Türkiye'de bilmeyen kalmamıştır. Bu ikisi sadece örnek. Onlar gibi daha birçok kişi yönetimi doğrudan ya da dolaylı bir şekilde etkilemektedir. Bu durum işaret ettiğimiz lobi faaliyetlerinin ne kadar etkin durumda olduğunu gözler önüne sermektedir.
İspanya kraliçesi İsabella 'nın hıristiyan kilise ile işbirliği yaparak 31 Mart 1492 tarihinde ülkedeki bütün yahudilerin, 2 Ağustos 1492 tarihine kadar ülkeyi terk etmeleri üzere ferman çıkarması 300 bin kadar İspanya yahudisini iyice zor durumda bırakmıştı. İspanya yahudileri bu ferman üzerine çeşitli Avrupa ülkelerinden sığınma hakkı istediler ama Osmanlı İmparatorluğu'nun dışında onlara sürekli kalmaları üzere kapıları açan olmadı. Osmanlı İmparatoru Sultan II. Bayezid 'in kendilerine sığınma hakkı tanıması üzerine 150 bin kadar İspanya yahudisi Akdeniz yolu üzerinden doğrudan Osmanlı topraklarına geldi. Diğerleri de Rusya üzerinden Osmanlı topraklarına geldiler. Kendilerine "sefarad yahudileri" denilen İspanya yahudilerinin büyük çoğunluğu Selanik ve İstanbul'a yerleştirildi.
Mal varlıklarının çoğunu İspanya'da bırakan, yanlarına almış oldukları malları da İtalya'da uğradıkları limanlarda soyulan sefarad yahudileri Osmanlı topraklarına eli boş gelmelerine rağmen, Osmanlı devletinin kendilerine sağlamış olduğu imkanlarla kısa zamanda durumlarını düzelttiler. Bunların bazıları ticari alanda ilerlerken bazıları da devlet kademelerinde önemli mevkilere geldiler.
Osmanlı'nın Avrupa karşısındaki yenilgisinin alt yapısının oluşturulması işleminin 1492 yahudi göçüyle başladığını söylemenin yanlış olmayacağını sanıyoruz. Çünkü kuvvetli bir ihtimalle Avrupa 1492 sürgününde, yahudileri özellikle Osmanlı ağacının gövdesine bir kurt gibi sokmayı hedeflemişti. Bilindiği üzere Müslümanların büyük bir medeniyet merkezi haline getirdikleri Endülüs'ü İspanyollar işgal edince Müslümanları toplu katliama tabi tutmuşlardı. Ama yahudileri her hangi bir katliama tabi tutmadan sürgün etmeyi tercih ettiler. Zira yahudilerin fitne çıkarma, devletleri içinden yıkma konusundaki maharetleri onların tarihlerinden biliniyordu. O zaman Osmanlı'nın sürekli genişlemesinden ve güçlü bir dünya devleti haline gelmesinden rahatsız olan Avrupa, hiçbir savaşta bu devletin karşısında tutunamamıştı. Osmanlı, 1453'te İstanbul'u fethederek hıristiyanlığın köklü bir devleti olarak görülen Bizans İmparatorluğu'nu ortadan kaldırmıştı. Avrupa'nın ortalarına kadar uzanmıştı. Dıştan savaşlarla yıkılması ve yıpratılması mümkün olmayan bu devletin içten yıpratılabilmesi için içine kurt sokulmasına ihtiyaç vardı. Bu işi en iyi yapabilecek güruhun ise bu konuda binlerce yıllık tecrübeye sahip oldukları bilinen yahudiler olduğu düşünülmüş olmalı. Bu yüzden İspanya krallığı Endülüs'ü ele geçirdikten sonra Müslümanları topluca katletmesine rağmen yahudileri katletmeyerek Osmanlı topraklarına sürgün etmeyi tercih etti.
Yahudiler, 1492'de İspanya'dan çıkarılınca Avrupa ülkelerinin hiçbiri onları kabul etmedi. Olayı inceleyenler bunu genellikle Avrupa ülkelerinin onları istememesine veya bu ülkelerin yönetimlerinin insafsızlığına bağlamaktadırlar. Oysa bunun bu ülkeler arasındaki gizli bir ittifak sebebiyle yapılmış olması da muhtemeldir. Kudüs'ü ve Filistin topraklarını işgal için aralarında haçlı ittifakı oluşturan Avrupa ülkelerinin göçe zorlanan yahudileri kabul etmeme konusunda aralarında ittifak sağlamaları zor değildi. Yahudiler Avrupa devletlerinin hepsi tarafından reddedilince varacakları yer Osmanlı topraklarıydı. Osmanlı devletinin onları reddedip geri çevireceği veya İran'a ya da Yemen'e doğru ilerlemelerini isteyeceği ihtimalinin olmadığı tahmin ediliyordu. Çünkü Osmanlı'nın o zaman kendi topraklarında yaşayan ama henüz çok küçük bir azınlık olan ve devlete de herhangi bir zararları olmayan yahudilere gayet iyi davrandığı biliniyordu. Osmanlı biraz da bunu haçlı zihniyetine karşı bir politika olarak yapıyordu.
Yahudiler, İspanya'dan kovulduktan sonra muhtelif Avrupa ülkelerine uğradılar. Ama bu göç esnasında yahudilerin üstlerindeki elbiselerine varıncaya kadar bütün her şeyleri alındığı halde bir tek kişinin canına dokunulmadı. Üstelik sürgün edilen yahudilerden bir tek kişinin herhangi bir Avrupa ülkesine yerleşmesine de fırsat verilmedi. Bizce bunun iki sebebi vardı: Avrupa, sürgün edilen yahudilerin her şeylerini soyarak onları miskin ve ilgiye muhtaç bir halde Osmanlı topraklarına sokmak istiyordu. Çünkü bu halde gitmeleri Osmanlı devletinin onlara ilgi göstermesi ve kendilerine bazı imkanlar vererek durumlarını düzeltmeleri için onlara yardımcı olması zorunluluğunu doğuracaktı. Yahudiler ise kendilerine sağlanan imkanları ileriye dönük hesapları için değerlendireceklerdi. Çünkü onların bir yere kazık çaktıktan sonra oraya çiftlik kurma konusundaki maharetleri biliniyordu. İkinci olarak bir tek yahudinin canına dokunulmamış, bunun yanı sıra bir tek yahudinin uğradığı Avrupa ülkelerinden birine yerleşmesine de fırsat verilmemişti. Çünkü Osmanlı ağacının gövdesine ne kadar çok kurt sokulursa o kadar iyi sonuç elde edileceği umuluyordu.
Bu göçte dikkatimizi çeken bir husus da yahudilerin göçte iki farklı yolu kullanmalarına rağmen sonuçta hepsinin Osmanlı topraklarında toplanmasıdır. Yukarıda da belirtildiği üzere bunlardan bazıları deniz yoluyla İtalya üzerinden direk gelirken, diğerleri Rusya üzerinden geldiler. Ama hepsi uğradıkları ülkelerden kovularak Osmanlı topraklarına toplanmaya zorlandılar.
Osmanlı Devleti'nin çöküş ve yıkılma süreci incelendiği zaman bu tespitlerimizin realiteden hiç de uzak olmadığı görülecektir. Çünkü Osmanlı Devleti, dış güçlerle yaptığı savaşlar yüzünden değil içerden yıpratılarak yıkılmıştır.
Bu görüşlerimizi doğrulayan önemli bir husus da Avrupa'nın kendi topraklarından kovduğu, kovarken üstlerindeki elbiselerine varıncaya kadar her şeylerini aldığı yahudilerle onların Osmanlı devletine girmelerinden sonra sıkı bir irtibat içine geçmesidir. Osmanlı'nın çöküş ve yıkılma döneminde yaşanan olaylar incelenirse içeride özellikle yahudilerin ve dönmelerin kışkırttığı olaylar yaşanırken başta İngiltere olmak üzere muhtelif Avrupa ülkelerinin bu olaylarda yahudilerle sıkı bir irtibat içinde oldukları görülür.
İspanya'dan göç eden Yahudiler, Osmanlı Devleti bünyesinde lobi faaliyetlerini fazla vakit kaybetmeden başlatmışlardır. Onların ilk lobi faaliyetlerinde öne çıkan isimlerden biri 1520'de Portekiz'de dünyaya gelen 1553'te de İstanbul'a göç eden Yasef (Joseph) Nassi'dir. Bu kişi İstanbul'a gelir gelmez devlet yetkililerine yanaşma çabalarını başlattı. Bu çabalarında Şehzade Selim'in (Sarı Selim olarak da bilinen II. Selim'in) karısı ve III. Murad'ın annesi olan yahudi asıllı Nurbanu Sultan'dan yararlandı. Onun sayesinde o zamanki padişah Kanuni Sultan Süleyman'la da tanışmayı başaran Nassi yahudi azınlıkla devlet yönetimi arasında bir köprü oluşturdu. Nassi zaman içinde Kanuni Sultan Süleyman'la arasındaki bağı o kadar kuvvetlendirdi ki Kanuni onu özel müşavir tayin etti. Böylece ona şehzadelerle doğrudan ilgilenen "müteferrika" unvanı verildi. Yasef'in kardeşi Samuel Nassi de Kanuni'den özel aylık alan elemanlar arasına seçildi. (1) Böylece yahudiler saltanat sarayıyla irtibat kurmuş oldular. İşte bu irtibatlarını bazı seçkin yahudileri önemli konumlara getirmek için değerlendirdiler.
Yasef Nassi'nin Osmanlı Sarayı'yla bu kadar sıkı bir münasebet içine girmesinden sonra yürüttüğü bazı faaliyetler dikkatimizi çekiyor: Nassi, Avrupa devletleriyle Osmanlı Sarayı arasında bir köprü görevi görmeye başladı. Bu kişi özellikle İspanya kralı II. Philip ile Osmanlı Sarayı arasında arabuluculuk görevi görmesiyle ün kazanmıştı. (2) Bu, yahudilerin Osmanlı devletinin içerden yıpratılması için gönderilmiş olması kanaatini destekleyen bir durumdur. Yahudileri İspanya topraklarından sürgün eden İspanya krallığının Osmanlı topraklarına yerleşen yahudileri Osmanlı Sarayı'yla irtibat için değerlendirmeleri bu açıdan son derece düşündürücüdür. Nassi, sadece İspanya krallığıyla irtibat kurmakla yetinmiyor diğer Avrupa ülkeleriyle Osmanlı Sarayı arasında köprü görevi görmeye de çalışıyordu. Hatta Venedik yönetimiyle Osmanlı Sarayı arasında aracılık etmesinden dolayı Venedik yönetiminden rüşvet aldığı tarihi kayıtlara geçmiştir.
Bu dönemde Osmanlı Devleti güçlü olduğundan yahudilerin Osmanlı Sarayı'yla Avrupa ülkeleri arasında irtibat kurmaları Osmanlı Devleti'ne bir zarar vermiyor belki yarar sağlıyordu. Ama zaman içinde Osmanlı Devleti'nin içine iyice sızınca artık devleti içten çürütmeye, yıkıma doğru sürüklemeye başladılar. Bunda da Osmanlı yönetiminin onların geçmişlerini iyi tahlil edememesinin ve onları Avrupa karşısında kullanmanın Osmanlı devletine sağlayacağı yararlara öncelik vermelerinin büyük rolü olmuştur.
Sözünü ettiğimiz Yasef Nassi, Osmanlı Sarayı'yla bu kadar yakın irtibata geçince devlet yönetimi üzerinde etkinliği olan bir yahudi lobisi oluşturdu. İşte bu lobi yani Nassiler, Osmanlı Devleti'nde kurulmuş ilk yahudi lobisidir.
Yasef (Yusuf) Nassi aynı zamanda dünyanın değişik yörelerine dağılmış durumdaki yahudileri Filistin topraklarına toplama fikrini taşıyordu. Bu yüzden o, siyonizmin Teodor Hertzl'den önceki asıl fikir babası olarak bilinmektedir. Bu idealini gerçekleştirmek için de Kanuni Sultan Süleyman'la iyi ilişkilerinden yararlanarak kendisine Filistin'in Taberiye gölü çevresinde bir miktar arazi verilmesini sağladı. Bu toprak parçasını alınca bölgede büyük bir yahudi yerleşim merkezi kurma çabaları içine girdi ve yahudileri oraya göç etmeye çağırdı. O orada kuracağı yahudi yerleşim merkezine Sultan tarafından muhtariyet verileceğini umuyordu. Ancak idealini gerçekleştiremedi. (3)
Osmanlı devletinin kendilerine sağlamış olduğu imkanlardan yararlanarak kısa zamanda büyük bir güce sahip olan yahudiler Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılmasında önemli rol oynamışlardır. Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılmasında büyük fonksiyon icra etmiş olan İttihad ve Terakki Cemiyeti 'ni kuranlar ve Jöntürkler (Genç Osmanlılar) hareketini başlatanlar arasında çok sayıda yahudi vardı. Şimdi yahudilerin, Osmanlı Devleti'nin yıpratılmasında ve yıkılmasında ne gibi roller oynadığının daha iyi anlaşılması için bazı ayrıntılı bilgiler vermek istiyoruz.
Osmanlı Devleti'nde çöküş döneminin belirgin bir şekilde başlaması 2 Kasım 1839 tarihinde ilan edilen Tanzimat Fermanı'yla olmuştur. Bu ferman Sultan Abdülmecid döneminde ilan edilmiştir. Bu fermanın ilanı ise Hariciye Nazırı (Dışişleri bakanı) Mustafa Reşit Paşa'nın çabalarıyla gerçekleşmiştir. Mustafa Reşit Paşa'yı böyle bir ferman yayınlamaya iten en önemli unsur ise Batılılaşma ve ümmet kimliğinden millet (kavim) kimliğine geçme fikridir. Batılılaşma ve ümmet kimliğinden millet (kavim) kimliğine geçme fikrinin alt yapısını hazırlayanlar ise Osmanlı topraklarına yerleşen yahudilerdir. Mustafa Reşit Paşa, Tanzimat Fermanı'nı hazırlarken İngiltere'yle sıkı temas içindeydi. İngiltere, böyle bir fermanın yayınlanmasından memnun olduğundan yine kendisiyle temas halindeki Mısır valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın Osmanlı yönetimiyle uzlaşmasını sağlamıştır. (4) Bu ferman, yahudilerin o zamana kadar giremedikleri önemli bazı okullara girmelerini sağladı. Örneğin Tıbbiye Mektebi'ne (Tıp Fakültesi'ne) o zamana kadar giremeyen yahudiler bu fermanın yayınlanmasından sonra girmeye başladılar. Hatta yahudi hahambaşının müracaatı ile Sultan Abdülmecid yahudilere özel olarak: "Yahudiler, dinleri üzere Tıphane'de yiyecekler, içecekler ve diledikleri gibi ayin ve ibadet yapacaklar" diye ferman yayınladı. (5) İlginçtir ki bu okula yahudilerin girmesinden sonra burası Osmanlı Devleti'nin altını oyan İttihad ve Terakki Cemiyeti, Jöntürkler gibi hareketlerin beşiği olmuştur.
Osmanlı Devleti'nin içten yıpratılmasında en büyük rol oynayan teşkilatların başında Jöntürkler (Genç Osmanlılar) Hareketi gelmektedir. Bu hareket, yahudilerin Tıbbiye'ye (Tıp Fakültesi'ne) girme hakkı elde etmelerinden sonra 1865'te Tıbbiye'de doğdu. Tıbbiye'de Jöntürklerin ortaya çıkışını ve güçlenmesini kendisi de bir Jöntürk olan eski İstanbul belediye reisi Cemal Topuzlu şöyle anlatıyor: "Son sınıf talebeleri koğuşlarda yatmazlar, dörder, beşer yataklı odalarda bulunurlardı... Geceleri arkadaşlar bir araya gelince padişah aleyhinde ihtilale davet eden birtakım yazılar yazar, şapirgrafla (bir baskı aleti) basar, bunları gizlice sınıftaki diğer arkadaşlara hatta harice bile dağıtırdık... Jöntürklük Hareketi orada (yani Tıbbiye'de) doğmuştu." (6) Yine Cemal Topuzlu, Jöntürkler Hareketi'nin İstanbul'daki merkezinin Beyoğlu'nda olduğunu belirttikten sonra: "Bu merkeze devam edenler arasında benden başka Türk ve Müslüman yoktu" diyor. (7) Bu bilgi söz konusu hareketi tümüyle yahudi, ermeni gibi gayri müslimlerin ve yine yahudi kökenli olan Dönmeler'in kurduğu hakkındaki diğer tarihi bilgileri doğrulamaktadır.
Bu hareketi başlatanların arasında çok sayıda yahudi bulunmaktaydı. Bunların ünlülerinden birisi Nissim Russo adlı yahudidir. Yine aşağıda sözünü edeceğimiz Emanuel Karaso da bu harekete öncülük eden yahudilerden biridir.
Jöntürkler Hareketi'ni Avrupa'daki mason locaları da kucakladı ve desteklediler. Bu hareketin ileri gelenlerinden Kazım Nami şöyle diyor: "Hiçbir sahada birleşememiş, daima çekişmiş, didişmiş olan bizdeki muhtelif ırk, milliyet ve dinler, masonluk çatısı altında tam anlaşma halinde idiler." (8)
Osmanlı Devleti'nin altını oyan akımlardan biri de İttihat ve Terakki Cemiyeti'dir. Bu cemiyeti de aslında Jöntürkler Hareketi doğurmuştur. Bu cemiyetin de temeli 1889 tarihinde Tıbbiye'de (Tıp Fakültesi'nde) atılmıştır. Ancak bu cemiyetlerin ortaya çıkışında önemli rol oynayanlar yahudiliklerini açığa vuran kesimden değil kendilerine "Dönmeler" denen ve yahudiliklerini gizleyen kesimden idiler. Bu cemiyetin Selanik temsilciliğini yapan Talat Paşa bir masondu ve Selanik'teki mason locasına üyeydi. (9)
Gerek Jöntürk Hareketi'nin ve gerekse İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin ortaya çıkmasında ve yayılmasında önemli rol oynayanlardan biri yahudi Emanuel Karaso'dur. Emanuel Karaso aynı zamanda Makedonya Rizorta Locası adlı mason locasının üstad-ı azamıydı. (10) Bu locanın merkezi, o zaman nüfusunun yarıya yakın bir kısmı (180 bin kişiden 80 bin kişi) yahudi olan Selanik'teydi ve İtalya'daki mason localarına bağlıydı. Karaso, İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin gizli işlerinde paravan ve kurye görevi görüyordu. Yani gizli işlere perde oluyor, onların üstünü örtmekte kendi kişisel ilişkilerinden yararlanıyor, bunun yanı sıra Osmanlı Devleti içinde yaşanan gelişmeleri Avrupa ülkelerine ve Avrupa'daki mason localarına bildiriyordu. Emanuel Karaso, sonraki dönemlerde 1908, 1912 ve 1914 yıllarında gerçekleştirilen seçimlerde üç kez ard arda milletvekili seçilmiştir. Bu seçimlerde önce Selanik'ten sonra da İstanbul'dan milletvekili oldu. Karaso, savaş esnasında da kendini iaşe müfettişliğine seçtirmeyi başardı. Bu görevini yürütürken değişik hilelerle çok büyük servetler edindi. Savaş iaşe müfettişi olduğu halde Libya'nın İtalyanlar tarafından işgal edilmesine yardımcı oldu. Bu yardımının ortaya çıkması üzerine Osmanlı topraklarından kaçma ihtiyacı duydu. Bu yüzden 1919 yılında gayri meşru yollarla edindiği servetle birlikte İtalya'ya göç etti ve çok zengin bir İtalyan vatandaşı olarak ömrünün kalan kısmını o ülkede geçirdi. Emanuel Karaso aynı zamanda çok katı bir siyonistti ve siyonizmin Osmanlı topraklarındaki en üst düzey temsilcisiydi. O aynı zamanda katı bir Türk düşmanıydı. Siyonizmin fikir babası Teodor Hertzl'le birçok kez bir araya gelmiştir.
İttihat ve Terakki Cemiyeti'nde öne çıkan tek yahudi Emanuel Karaso değildi tabii ki. Nissim Masliyah, Alber Ferid Aseo, Alber Fuaa, Rafael Benuziya ve Avram Galanti isimli yahudiler de bu cemiyetin militan kadroları arasında yer almaktaydılar. Bunlardan Nissim Masliyah aynı zamanda Jöntürkler hareketini başlatanlardan ve bu hareketin faal elemanlarındandı.
Masonlukla ittihatçılık o kadar iç içe girmişti ki mason localarına girenler aynı zamanda İttihad ve Terakki Cemiyeti'ne de üye kabul edilmişlerdir. (11) Özellikle Selanik'teki mason localarının üyelerinin çoğunluğunu yahudiler veya yahudi kökenli Dönmeler oluşturuyordu. Jöntürkler aynı zamanda Selanik'teki mason localarını gizli görüşmeleri için kullanıyorlardı.
Şair Eşref gerek Jöntürkler'e gerekse İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne yahudi kökenlilerin hakimiyetini dile getirmek için çok anlamlı bir dörtlük söylemiştir. Bu dörtlüğünde şöyle diyor:
"Avdetiler ile hükümetimiz,
Benzedi devlet-i Yehuda'ya,
Bab-ı fetvayı da çıfıtlık edip
Verdiler en-nihaye Musa'ya" (12)
Açıklaması:
"Hükümetimiz Dönmeler yüzünden, adeta Yehuda devletine dönüştü.
Fetva makamını da yahudilerin kontrolüne sokup, sonunda Musa'ya verdiler."
Osmanlı devletinin çökertilmesinde önemli rol oynayan I. ve II. Meşrutiyet ilanları da yukarıda sözünü ettiğimiz iki teşkilat tarafından gerçekleştirildiğinden bu olaylarda da yahudilerin ve masonların önemli rol oynadıklarını söylemek mümkündür.
Yahudiler sadece sözünü ettiğimiz iki cemiyette rol oynamakla kalmamış Osmanlı Devleti'ne zarar veren bütün fitne organlarının oluşmasında ve yayılmasında etkili olmuşlardır. Örneğin Yunanistan ve Bulgaristan'ın henüz Osmanlı sınırları içinde olduğu sırada ortaya çıkan Yunan ve Bulgar komünist partilerine önemli katkılarda bulunmuşlardır. Komünist cereyanların ortaya çıkardığı Selanik İşçi Federasyonu içinde de yahudiler önemli bir güce sahiptiler.
Sultan II. Abdülhamit, yahudilerin Filistin topraklarına yerleşme planlarının önüne geçen bir padişah olarak bilinir. Bu tutumundan dolayı da yahudilerin yönlendirdiği bütün fitne teşkilatlarının ana hedefi haline gelmişti.
Siyonizmin fikir babası olarak bilinen Teodor Hertzl, kendilerine Filistin'de toprak verilmesi için Sultan II. Abdülhamit'le görüşme yapmak istedi. Bazı kitaplarda II. Abdülhamit'in onlarla görüştüğü ancak tekliflerini reddettiği söyleniyor. Oysa gerçekte II. Abdülhamit onlarla görüşmeyi kabul etmemiştir. Bunun üzerine yahudi heyeti başbakan Tahsin Paşa yoluyla tekliflerini iletmişlerdir.
Yahudiler 1902 yılında Tahsin Paşa yoluyla padişaha ilettikleri tekliflerinde şunları bildiriyorlardı:
"Yahudiler aşağıda bulunan hususları taahhüt ederler:
1.Osmanlı devletinin otuz üç milyon İngiliz altınına ulaşan borçlarının tamamını ödemeyi,
2.İmparatorluğu korumak için 120 milyon altın franka mal olacak deniz filosu yaptırmayı,
3.Devletin mali durumunu canlandırmak için otuz beş milyon altın lira faizsiz borç vermeyi.
Bütün bunlar yahudilerin, yılın herhangi bir gününde Filistin'e ziyaret maksadıyla girmelerine müsaade edilmesine ve yahudilerin Kudüs-i Şerif'te kendi dinlerine mensup olanların ziyaretleri esnasında içinde kalabilecekleri bir müstemleke (kanton) kurmalarına izin vermesine karşılıktır".
Sultan II. Abdülhamid'e böyle bir teklifte bulunan heyetin başında siyonizmin babası Hertzl vardı. Yukarıda kendisinden söz ettiğimiz Emanuel Karaso da bu heyetin içinde bulunuyordu.
Yahudilerin bu teklifine Sultan II. Abdülhamid'in cevabı şu olmuştur:
"Tahsin! Onlara de ki:
Devletin borçları onun için bir ayıp değildir. Çünkü, Fransa gibi başka devletlerin de borçları vardır ve borçları onlara zarar vermemektedir.
Kudüs-i Şerif'i İslam'a ilk önce Hz. Ömer (r.a.) fethetmiştir. Burayı yahudilere satma kara lekesini ve Müslümanların korumam için bana tevdi ettikleri emanete ihanet etme suçunu yüklenemem.
Yahudiler, mallarını kendilerine saklasınlar. Devleti Aliye'nin İslam düşmanlarının mallarıyla yapılan kalelerin arkasına sığınması mümkün değildir.
Emret çıksınlar! Bir daha benimle görüşmeye veya buraya girmeye uğraşmasınlar".
Siyonist lider Teodor Hertzl de anılarında, Sultan II. Aldülhamid'in kendilerine şu cevabı verdiğini yazmaktadır: "Doktor Hertzl'e bu konuda yeni adımlar atmamasını öğütleyin. Çünkü ben bir karış toprak dahi veremem. Orası benim kendi mülküm değil milletimin mülküdür. Milletim bu yer için savaşmış ve orayı kanı ile sulamıştır. Yahudiler milyonlarını kendilerine saklasınlar. Bir gün gelir de İmparatorluğum parçalanırsa işte o zaman yahudiler, Filistin'i para ödemeden alabilirler. Fakat ben sağ olduğum müddetçe bedenimin neşterle yarılması Filistin'in İmparatorluğumdan koparılmasından benim için daha kolay bir hadisedir. Bu imkansız bir şeydir. Ben daha sağ iken bedenimizin üzerinde otopsi yapılmasına asla müsaade edemem."
Sultan II. Abdülhamit, hatıralarında da yahudilerin Filistin'e yerleşme fikirleri hakkında oldukça ilginç noktalara parmak basmaktadır. Şöyle diyor Sultan II. Abdülhamit:
"Yahudiler, Avrupa'da Doğu'da olduğundan daha fazla bir kudrete sahiptirler. Bu sebeple de birçok Avrupalı devlet çok artmış olan Semit (yahudi) ırkından kurtulabilmek için Yahudilerin Filistin'e muhaceretini iyi karşılayacaklardır. Fakat bizim memleketimizde kafi yahudi vardır. Eğer Filistin'de Müslüman Arap unsurunun faikiyetini (üstünlüğünü) muhafaza etmesini istiyorsak, Yahudilerin yerleştirilmesi fikrinden vazgeçmeliyiz. Aksi takdirde yerleştirildikleri yerde çok kısa zamanda bütün kudreti elde edeceklerinden dindaşlarımızın ölüm kararını imzalamış oluruz.... Siyonistler Filistin'de yalnız ziraat yapmak değil, orada hükümet kurmak, siyasi temsilcilerini seçmek gibi şeyler de arzuluyorlar." (13)
Sultan II. Abdülhamit, yukarıda sözünü ettiğimiz İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin çıkardığı ve tarihe 31 Mart Vak'ası diye geçen isyandan sonra tahttan indirilmiştir. Bu olayda ilginç olan bir şey şuydu: 31 Mart isyanını çıkaranlar ve kışkırtanlar İttihat ve Terakki Cemiyeti mensupları veya onların yönlendirdiği kimselerdi. Daha sonra padişahın tahttan indirilmesine de yine bu cemiyet karar verdi ve bu kararında padişahı 31 Mart isyanına sebep olmakla suçladı. Yani kendi suçlarını padişaha yükleyerek bunu onun tahttan indirilmesi için gerekçe olarak kullanmışlardı. Padişahın hal'ine (yani saltanattan indirilmesine) dair kararı ona tebliğ eden heyetin arasında yer alanlardan biri de yukarıda sözünü ettiğimiz Emanuel Karaso idi. Bu kararı tebliğ eden heyetin içinde bir tek Türk yoktu. Osmanlı ahalisini temsilen padişahın karşısına çıktığını iddia eden böyle bir heyette, ahalinin ana unsurunu teşkil eden ve devletin yönetimini resmiyette elinde tutan önemli bir etnik unsuru temsil eden bir tek kişinin bulunmaması dikkat çekiciydi. Padişah da bu durum karşısında şu ifadeyi kullanmıştı: "Bir Türk padişahına, 33 sene bu makamda bulunmuş İslam halifesine hal' kararını bildirmek için bir yahudi, bir Ermeni, bir Arnavut ve bir nankörden başkasını bulamadılar mı?" (14)
Ne yazık ki, Filistin topraklarının yahudilere satılması için rüşvet teklifinde bulunduğunda Sultan II. Abdülhamid tarafından kovulan yahudi Emanuel Karaso bu kez sultanın hal' kararını tebliğ için onun karşısına çıkmıştı. İşte bu ihanetin şartlarını hazırlayan teşkilat da İttihat ve Terakki Cemiyeti'ydi.
Bu arada İsrail'in ilk başbakanı Ben Gurion'un da II. Abdülhamid döneminde İstanbul Hukuk Fakültesi'nde okuduğunu ve İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin bünyesinde padişah aleyhine çalışmalara katıldığını hatırlatalım. Ben Gurion Birinci Dünya Harbi'nin patlak vermesinden sonra Kudüs'e döndü. (15)
Yahudilerin ve masonların Sultan II. Abdülhamid'e son derece düşman olmalarının en önemli sebeplerinden biri onun yahudilerin Filistin topraklarına yerleşmelerine engel olmasıydı. II. Abdülhamid yahudilerin gizli yollardan gidip o topraklara yerleşmelerini engellemek için de çeşitli tedbirler almıştı. Bu tedbirlerden biri de Filistin topraklarındaki kutsal mekanları ziyaret etmek için oraya giren yahudilerin pasaportlarının gümrük kapılarında alınması ve dönüşte iade edilmesiydi. Yine yahudilerin Filistin'de herhangi bir şekilde toprak satın almaları da yasaklanmıştı.
İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin başını çeken Ahmet Rıza, Enver Paşa, Talat Bey ve Nazım Bey Filistin'e yahudi göçünün Osmanlı devletine yarar sağlayacağını iddia ediyorlardı. Oysa onların bu iddiaları mason localarından aldıkları telkinlere dayanıyordu. Zaten Selanik'teki mason localarının temel hedeflerinden biri Filistin topraklarına yahudilerin yerleştirilmesinin önündeki engelleri kaldırmaktı. En büyük engel ise Sultan II. Abdülhamit'ti. O tahttan indirilince yahudi göçünün önündeki bu en büyük engel kaldırılmış oldu.
İttihat ve Terakki Cemiyeti, sultan II. Abdülhamit'i tahttan indirince yerine Sultan Reşat'ı getirdi. Sultan Reşat, ittihatçıların karşısında genellikle pasif kalmıştır. Dolayısıyla devlet yönetiminin iplerini onlar almış oldular. Onlar da Filistin topraklarına yahudi göçünü kolaylaştırdılar. İttihatçılar, II. Abdülhamit'in yabancıların Filistin'den arazi almalarını yasaklayan kanunlarını uygulamadan kaldırarak, yahudilerin Filistin dahil memleketin her tarafından toprak satın almalarına imkan sağlayan kanunlar çıkardılar.
1909'da II. Abdülhamid'in hal'inden sonra iktidara gelen hükümette birkaç yahudi kökenli bakan bulunuyordu. Bu konuda Encylopedia Judaica'da şöyle denmektedir: "1909 Jön Türkler İnkılabından sonra iktidara gelen ilk hükümette, aralarında Baruchiah Russo ailesinin ahfadı (torunu) olan ve fırkanın liderlerinden biri olarak faaliyette bulunan Maliye Bakanı Cavit Bey'in de bulunduğu birkaç Dönme mevcuttu." (16)
Yahudilerin ve onların gizli kanadı durumundaki Dönmeler'in etkinliklerini gören ve siyonizm tehlikesinin memleketi uçuruma doğru sürüklediğini fark eden Gümülcine mebusu İsmail Hakkı Bey, ittihatçılara karşı 21 Şubat 1910'da Ahali Fırkası'nı kurarak muhalefete başlamıştır. İsmail Hakkı Bey, Şubat 1911'de Meclisi Mebusan'da yaptığı bir konuşmada siyonizm tehlikesine dikkat çekmiş ve siyonistlerle ilişki içinde olan ittihatçıların memleketi yahudilere sattıklarını dile getirmiştir. Bu gerçeği dile getirenlerden biri de Beyrut mebusu Rıza Salih Bey'di. Rıza Salih Bey, İsmail Hakkı Bey'in ardından Meclis kürsüsünden yaptığı konuşmada şunları söylemişti: "Yahudiler devletlere mahsus bayrak ve aralarında kullanılmak üzere pul çıkardılar ve para bastılar. Para ve bayrak için elimde şu anda vesika yok ise de pul örneğini Şükrü Bey göstermişti. Museviler Filistin'de bin kuruş demeyin tarlayı elli kuruşa alıyorlar. Birçok araziyi satın alıp koloniler haline getirmektedirler. İki yüz bin nüfusa yaklaştılar. Bu bölgenin ekonomisi tamamen ellerine geçmiştir." (17) Yahudilerin Filistin'de o zamanki nüfusları henüz iki yüz bine ulaşmamıştı. Ancak sanıyoruz Rıza Salih Bey bu sayıyı tahmini olarak söylemiştir.
Önceleri İttihatçılarla birlikte olan ancak onların siyonistlerle işbirliği içinde olduklarını yakinen görünce onlara karşı cephe alan Miralay (Albay) Sadık Bey de siyonizm tehlikesine şu şekilde dikkat çekiyordu: "Bugün siyonistler nazarında Osmanlı Devleti'nin çökmesi, hiç değilse Kudüs'ün ve Filistin'in bizden kopması istenmektedir. Masonlar da onlarla beraberdir. Buralarda bir yahudi hükümeti kurmak istiyorlar." Miralay Sadık Bey bu uyarıyı İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin kongresine sunduğu bir raporda yapmıştı. (18) Fakat İttihatçılar onun raporunu derhal ortadan kaldırmış ve kendisini de istenmeyen adam ilan etmişlerdir.
Bütün bu bilgiler İttihatçıların Osmanlı Devleti'nde ipleri ellerine almalarından ve Sultan II. Abdülhamid'i bertaraf etmelerinden sonra Filistin'e yahudi göçünün kolaylaştırıldığını gözler önüne sermektedir.
İspanya'dan göç eden yahudilerden İstanbul'a yerleşenlerin birinci derecede yaptıkları iş tefecilik yani faizli para alış verişiydi. Hatta tefecilik işinde "Galata Bankerleri" diye bilinen bir tefeci tabakası oluşturdular. İstanbul'un Galata semtinde bulunan Komisyon Hanı ve Havyar Hanı adı verilen iki ayrı handa bu işi yürüten yahudi tefeciler devlet memurlarından ziraatçılara varıncaya kadar para sıkıntısına düşen herkese yüksek faizle borç para veriyor ve bu işten büyük kazançlar sağlıyorlardı. Zamanla işi o kadar büyüttüler ki birtakım devlet kurumlarına bile faizle kredi vermeye başladılar. Bunun yanı sıra devletin yabancı ülkelerden borç bulmasında da aracılık ediyor ve bu iş için komisyon alıyorlardı. Öyle ki devletin milli geliri ve dışarıdan aldığı borçların önemli bir miktarı borsa oyunları, tefecilik ve faizcilik işlemleri ile büyük çoğunluğunu yahudilerin oluşturduğu Galata bankerlerine gidiyordu. Galata Bankerleri tabakasını oluşturan bu yahudiler faizcilikle kendi sermayelerini sürekli büyütürken devleti ekonomik yönden ciddi sıkıntıya soktular. Diyebiliriz ki Osmanlı Devleti'ni ekonomik yönden çökerten en önemli etken dış borç ve onun getirdiği faiz yüküydü. Bu borçların getirdiği faiz yükünün yüksek olmasının en önemli sebebi ise Galata Bankerleri'nin tefecilik oyunlarıydı. (19)
Yahudiler, Osmanlı Devleti'nde olduğu gibi Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş döneminde de yoğun bir şekilde lobi faaliyetleri yürütmüşlerdir. Bu lobi faaliyetlerinin etkisini öncelikle eğitim çalışmalarında görüyoruz. Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal'in ilk eğitimini yahudi dönmesi bir kişinin okulunda almasında da belki onların eğitime bu derece ağırlık vermelerinin etkisi olabilir. Mustafa Kemal, ilk eğitimini yahudi dönmelerinden (Sabetaycılardan) olan Şemsi Efendi'nin kurduğu okulda almıştır. Şemsi Efendi'nin asıl adı ise Şimon Zwi'ydi.
Mustafa Kemal, yahudilerin nüfusun önemli bir kesimini oluşturdukları ve oldukça yoğun bir faaliyet içinde oldukları Selanik şehrinde 1881 yılında dünyaya gelmişti. Onun, Nutuk adlı kitapta anlattığına göre çocukluk yıllarında annesiyle babası arasında nerede okutulacağı konusunda tartışma çıkar. Annesi onu mahalle mektebine göndermek isterken babası modern sistemle eğitim veren Şemsi Efendi Mektebi'ne göndermek ister. Sonuçta babasının isteği kabul edilir ve Mustafa Kemal, Şemsi Efendi Mektebi'ne gönderilir.
İşte bu Şemsi Efendi'nin kim olduğunu kendisi de bir Dönme olan Ilgaz Zorlu'nun "Evet Ben Selanikliyim" adlı kitabından öğrenelim: Şemsi Efendi, 1852'de aslen Sabetaycı (yahudi dönmesi) olan bir ailenin ferdi olarak doğdu. Yaşadığı dönemin en büyük Sabetaycı kabalistlerindendi. Kabalist, yahudilerin önemli dini kaynaklarından olan Kabbala'yı yorumlayabilen, tefsir edebilen kişilere denmektedir. Bir ara Feyziye Mektebi'nde yahudi dönmelerin çocuklarına Akaid-i Diniye (yani Sabetaycı akımın inanç esaslarını) öğretti. Dönmelerin iki ayrı grubu durumundaki Karakaş ve Kapancı kollarını birleştirmek için yoğun çaba sarf etti, ama buna muvaffak olamadan öldü. (20)
Yahudi lobicilerin cumhuriyetin kuruluşu merhalesinde hemen sahneye çıktıklarını görüyoruz. Öyle ki yahudiler, daha cumhuriyetin kuruluş aşamasından önce gerçekleştirilen Lozan görüşmelerine doğrudan müdahale edebilmek için görüşmelerin yapıldığı şehre kadar gidip Türk tarafını temsil edenlerle irtibat kurmaya çalışmışlardır. Lozan görüşmelerine katılanlardan olan Dr. Rıza Nur, "Hayat ve Hatıratım" adlı eserinde onların müdahalelerinden şöyle söz ediyor: "Bir müddettir İstanbul eski hahambaşı Naum (Haim Naum) bizim otelde (Lozan görüşmeleri esnasında kaldıkları otelde) görülmeğe başladı. Baktım bir gün İsmet'le (İsmet İnönü'yle) görüşüyor. Ne yapmış, kimi vasıta yapmış bilmem. İsmet'e yanaşmış. Yaman yahudi!.. Artık İsmet'ten ayrılmıyor. Yemek zamanını biliyor ya, asansörün yanında bekliyor (yemek zamanını bildiği için tam o vakitte asansörün yanında bekliyor). Derhal İsmet'in koltuğuna giriyor, belinden yakalıyor. O da onun. İsmet'i lüzumu yokken holde dolaştırıyor. Sonra yemek salonunda, İsmet'le şakalaşıyor, gülüyor. Anlaşılıyor ki, herkese: "İsmet benim samimi, teklifsiz arkadaşımdır" diye göstermek istiyor ve gösteriyor. Nihayet bütün yahudi sırnaşıklığı (yapışkanlığı) ile yanaştı. İsmet'in yakasını bırakmıyor. Şimdi odasından da çıkmıyor. İsmet bunu müşavir tayin etti. Yevmiye vermeye de başlamış. Bana da söylemiyor. Heyet-i murahhasa çiftliktir, kullanıyor (görüşme heyetini, bu heyet için tahsis edilen parayı adeta kendi çiftliği gibi kullanıyor). Ne diye kandırdı bilmem, bu sadedil (saf, kolay aldanabilen) İsmet, Yahudinin dolabına girdi. Derken hahambaşını soframıza da aldı. Bu vakte kadar sesimi çıkarmamıştım.
İsmet'e dedim ki: "Bu yahudi de başımıza nereden çıktı? Senin böyle bir yahudi ile laubali görüşmen haysiyetini ve Türk milletinin, heyetinin haysiyetini kırar. Bu kadar yüz verme! Hiç olmazsa herkesin içinde yüz verme!" Bana kızdı.
Herif derken azdıkça azdı. Heyetten şuna buna herkesin içinde kumanda ediyor. Benim önüme geçip önümde yürüyor. İhtimal İsmet benim sözlerimi ona söyledi. Fakat ben durur muyum? Zaten yahudileri hiç sevmem. Hahama önüme geçtiği vakit hakaret ettim ve kolundan tutup arkama çektim. "Bir daha burada yürü!" dedim....
İsmet'e tekrar dedim: "Bu bir yahudidir. Yahudiler çok adi şeylerdir. Bunun kim bilir ne fena işleri vardır? Bundan bir hayır bekleme! Onun tanıdığı muhit yahudi sarraf alemidir...
Hahambaşı İsmet'e bütün İngiliz ve Fransız ricalini tanıdığını, hepsi ahbabı olduğunu, işleri istediği gibi yaptıracağını söylüyormuş. Tabii İngiliz, Fransız ve İtalyan delegelerine de İsmet'in avucunda olduğunu söylüyordu... Lozan muhitinde dolaşıyor, herkese: "İsmet teklifsiz ahbabımdır, sözümden dışarı çıkmaz" diyormuş.." (21)
Lozan görüşmelerine katılan Türk heyetinin başında İsmet Paşa (sonraki adıyla İsmet İnönü) bulunuyordu. Bu heyetin içinde yer alan Dr. Rıza Nur'un hatıralarında geçen ve yukarıda verdiğimiz ifadeler yahudilerin cumhuriyetin kuruluşu aşamasında ne gibi lobi faaliyetleri yürüttüklerini, ne tür dolaplar çevirdiklerini anlamak için çok önemli ipuçları içermektedir. Onlar Lozan görüşmeleri esnasında çevirdikleri bu dolapları sonraki dönemlerde de çevirmekten geri kalmamışlardır. Bu dolapları çevirirken de özellikle kendilerinin zamanın güçlü devletlerinin yöneticileriyle olan irtibatlarını, bağlarını kullanıyorlardı.
Hahambaşı Haim Naum'un Lozan görüşmeleri esnasında yürüttüğü lobi faaliyetleri bu kadardan ibaret değildi. İngilizlerin dayatmalarının Türk heyetine kabul ettirilmesinde onun önemli rolü olduğu çeşitli tarihi kaynaklarda yer alan bilgilerden anlaşılıyor. Bunun da ötesinde hilafetin kaldırılması Türk tarafına Lozan görüşmeleri esnasında kabul ettirilmişti ve bunda da Haim Naum'un önemli rolü olmuştu. Şimdi bu konudaki bilgileri gözden geçirelim:
Lozan görüşmeleri esnasında Türkiye'de başvekil (başbakan) olan Rauf Orbay'ın belirttiğine göre hahambaşı Haim Naum İngilizler adına İsmet Paşa ile görüşmüş ve gizli pazarlıklarla halifeliğin kaldırılmasını kabul ettirmişti. Rauf Orbay bu konuyla ilgili olarak Feridun Kandemir'e şunları söylemişti: "İsmet Paşa, anlaşıldığına göre, Lozan'da İngilizlerle bir çeşit gizli arabuluculuk rolü oynayan İstanbul Yahudi Hahambaşı Haim Naum Efendi'nin telkinleriyle, hilafetin artık ne şekilde olursa olsun Türkiye'de devamına müsaade edilmeyip, derhal kaldırılması fikrini tamamıyla benimsemiş bulunuyordu." (22)
Tanınmış İslamcı yazar Necip Fazıl Kısakürek de halifeliğin kaldırılması fikrinin bu gizli görüşmelerde kesinleştiğini ve olayın kahramanının söz konusu yahudi Hahambaşı Haim Naum olduğunu belirtmektedir.
Oysa Lozan görüşmelerinin yapıldığı günlerde Mustafa Kemal, Anadolu'da yaptığı konuşmalarda hilafet müessesesinin korunacağını söylüyordu. Mustafa Kemal işte bu günlerde Ankara'daki Meclis-i Mebusan'da (Mebuslar Meclisi'nde) yaptığı konuşmada şunları söylüyordu: "Türkiye'nin vazifesi makam-ı hilafeti kurtarmaktır. Bu bizim için bir davayı mahsustur (özel davadır). Bunu makam-ı hilafet olarak nihayetine kadar göstermek ve onun kurtarılmasına çalışmak bizim için hayırlı bir davadır. Bizim için bu dava Alem-i İslam nazarında fevkalade takviye eden bir meseledir. Bunu sarsmak doğru değildir." (23)
Önceleri Selanik'i kendilerine çalışma merkezi edinen yahudilerin ve onların kimliklerini gizleyen kanatları durumundaki Dönmelerin önemli bir kısmı Cumhuriyet'in kurulmasından sonra Türkiye'ye özellikle de İstanbul'a taşınma yolunu seçtiler. Bu göç ise 1924'te gerçekleştirilen Ahali Mübadelesi işlemiyle oldu.
Yahudiler lobi faaliyetlerini Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunu tamamlamasından sonra da yoğun bir şekilde sürdürdüler. Bu faaliyetlerde öne çıkan isimlerden biri Türk milliyetçiliğinin teorisyenlerinden olan Munis Tekinalp idi. Tekinalp, Dönmeler yani Sabetaycılar kesimine mensup bir ailedendi ve asıl adı Mois Kohen'di. Kohen'ler Dönmeler içinde tanınmış bir ailedir. İşte Mois Kohen de bu aileye mensuptu. Belirttiğimiz üzere bu kişi Türk milliyetçiliği ideolojisinin fikir babalarından olduğundan dolayı Türkiye Cumhuriyeti'nin resmi ideolojisi üzerinde de önemli tesiri vardı. Çünkü kurulan yeni cumhuriyet bir milli devlet niteliği taşıyordu ve milliyetçiliği de resmi ideoloji olarak benimsemişti. Mois Kohen aynı zamanda Mustafa Kemal'in özel doktorlarındandı.
Bu dönemde öne çıkan yahudi lobicilerinden biri de yine Mustafa Kemal'in özel doktorlarından olan Abravaya Marmaralı'ydı. Bu kişi aynı zamanda Meclisi Mebusan'a milletvekili olarak girmişti. Öne çıkan bir diğer yahudi lobici de yedinci dönem milletvekillerinden Avram Galanti'ydi. Avram Galanti Osmanlı döneminde de İttihad ve Terakki Cemiyeti'nin aktif ve ileri gelen elemanlarından biriydi.
Türkiye Cumhuriyeti ilk dönemlerinde yahudilerin Avrupa'daki nüfuzlarından yararlanmak istedi. Bu amaçla Türkiye'deki yahudilerin ileri gelenlerine ve özellikle de Osmanlı devletinin parçalanmasını hızlandıran hareketlerde rol almış olanlara çeşitli yetkiler verdi. Cumhuriyet yönetimi yahudilerden ithalat, ihracat alanlarında ve dışarıdan borç bulma konusunda da yararlanmak istedi.
Cumhuriyet yönetimi bazı yahudilerin ekonomik alanda ilerlemelerine ve bu alanda önemli birtakım pazarları kapmalarına da fırsat tanıdı. Ayrıca siyasi ve sosyal alandaki bazı reformlar ekonomik alanda atak yapmaya çalışan bazı yahudilerin işlerini kolaylaştırdı. Örneğin önceleri İstanbul'un Mahmutpaşa semtinde ve Kapalı Çarşı'sında tezgahtarlık yapan Vitali Hakko, Şapka Kanunu sayesinde büyük kazançlar elde etmiş ve bugün tekstil ve konfeksiyon sanayii alanında bir dev haline gelmiştir. Çünkü Şapka Kanunu çıkarılınca Vitali Hakko, Has Şapka markalı bir şapkayı piyasaya sürdü. Şapka Kanunu'na göre erkeklerin şapka giymeleri zorunlu kılındığından Vitali Hakko'nun Has Şapka'sı da büyük satışlar gerçekleştirdi ve bu sayede o büyük kazançlar elde edebildi.
Yahudiler, cumhuriyetin kuruluşu aşamasında ve ilk yıllarında yürüttükleri lobi faaliyetleriyle önemli köşe başlarını tutmayı başardılar. Bu köşe başlarını tutmaları onların sonraki dönemlerdeki lobi faaliyetlerini kolaylaştırdı. Tabii bu arada Avrupa ülkeleri nezdinde elde etmiş oldukları siyasi kazançlarını ve elde ettikleri statüleri de Türkiye'deki konumlarını sağlamlaştırmak için çok iyi değerlendirmişlerdir. Bu çalışmaları onların ekonomik alandaki güçlerini artırmalarına da imkan sağlamıştır. Örneğin 1954 yılında Galata'da yahudi işadamları Üzeyir Garih ile İshak Alaton'un beş bin lira sermaye ile kurdukları Alarko Holding'in bugünkü gücüne ulaşmasında, 1958'de dönemin başbakanı Adnan Menderes'in kendilerine Ankara'da kurulacak olan bir para matbaasının havalandırma tertibatının ihalesini vermesinin önemli rolü olduğunu kimse inkâr edemez. Elektirifikasyon ve elektrik malzemelerinin satışı ile piyasaya giren yahudi Burla Biraderler'in de gerek devletten aldıkları ihalelerle ve gerekse Türk işadamlarıyla yürüttükleri ortak çalışmalarla kısa zamanda büyük güce ulaştıkları ortada. Bunlar sadece birer örnek. Bunların dışında daha pek çok örnek sıralamak mümkündür.
Cumhuriyet döneminde yahudiliklerini açığa vuranlar daha çok ekonomik alana ağırlık vermiş, Dönmeler ise sadece bu alana ağırlık vermekle kalmamış zaman zaman siyasete de girmiş ve muhtelif devlet kademelerinden görevler almışlardır. Bu duruma dayanılarak yahudilerin devlet kademelerinde görev almadıkları kanaatinin hakim kılınmasına çalışılmıştır. Oysa "Dönmeler" diye bilinen akıma mensup olanlar da aynı amaca hizmet etmişlerdir. Bu vesileyle cumhuriyet döneminde devlet kademelerinde görev alan dönmelerden bazılarından söz etmekte yarar görüyoruz:
Süleyman Kani İrtem: İstanbul eski valisi
Muvaffak Benderli: İstanbul eski baro başkanı
Ahmet İsvan: İstanbul eski belediye başkanı
Ali Kenan Gökart: Emekli büyükelçi
Cavit Yenicioğlu: Emekli general
İsmail Toker: Emekli Amiral
Coşkun Kırca: Emekli büyükelçi. Kırca şimdi bir gazetede köşe yazarlığı yapmaktadır.
İsmail Cem İpekçi: Eski TRT genel müdürü halen Dışişleri bakanı. İsmail Cem İpekçi'nin 1974'te TRT genel müdürlüğüne getirilmesi özel bir kanunla sağlanmıştır.
Bunlar sadece öne çıkan birkaç isim. Bunların dışında da Dönme kökenli birçok kişi değişik devlet kademelerinde görev almıştır.
Cumhuriyet döneminde Dönmeler yazı ve fikir alanında da öne çıkmaya çalışmışlardır. Bu alanda öne çıkan isimlerden biri daha önce adından söz ettiğimiz Munis Tekinalp'ti. Bu kişi aynı zamanda Türk milliyetçiliğinin teorisyenlerinden ve fikir babalarından biri olarak bilinir. Diğer bazıları da şunlardır:
Ahmet Emin Yalman: Dönmeler'in yazı ve fikir alanındaki önemli elemanlarındandı. Milletlerarası Basın Enstitüsü'nün Yönetim Kurulu üyeliğini yaptı. Bir dönemin etkili gazetelerinden olan Vatan gazetesinin sahibi ve başyazarıydı. Yalman yazılarında Dönmeler'i savunmasıyla ün kazanmıştı. Bu yüzden adı Dönmeler'le özdeşleşmişti. Hicivleriyle ünlü Neyzen Tevfik'in onun hakkında yazdığı şu dörtlük oldukça anlamlıdır:
"Şu bizim dönme dolap Ahmet Emin,
Milletin din ü imanına çatmadadır.
Ağrımaz başım etsem de yemin
Vatanı on kuruşa satmadadır" (24)
Cumhuriyet döneminin öne çıkan yazarlarından bayan Halide Edip Adıvar da Dönmeler'dendi. Halide Edip Adıvar özellikle Cumhuriyet ideolojisinin fikri yönden oturtulması ve topluma mal edilmesi için hikaye, roman ve hatıra türü kitaplar yazmasıyla ün kazanmıştı. Halide Edip Adıvar'ın kendisi gibi yazar olan eşi Ahmet Adnan Adıvar da Dönme kökenliydi.
Yine tanınmış yazarlardan olan Abdi İpekçi de Selanik göçmeni Dönmeler'dendi. 1964'te Ahmet Emin Yalman'dan Uluslararası Basın Enstitüsü Yönetim Kurulu üyeliğini devralan Abdi İpekçi, Milliyet gazetesinde uzun yıllar köşe yazarlığı yaptı. Abdi İpekçi, Papa II. Jean Paul'e suikast girişiminde bulunmasıyla ün kazanan Mehmet Ali Ağca'nın gerçekleştirdiği cinayetle öldürülmüştür.
"İzmir'de düşmana ilk kurşunu atan kişi" olarak tarihe geçen gazeteci Hasan Tahsin de Dönme kökenliydi.
Dönme kökenli tanınmış yazarlardan biri de Zekeriya Sertel'dir.
TRT'de yöneticilik yapan Emin Galip Sandalcı da medyanın Dönme kökenli elemanlarındandı.
Yine Batı yanlısı görüşleri toplumda yayma yönünde çaba sarf etmesiyle ün kazanan Ahmet Ağaoğlu da Dönme kökenli yazarlardandı.
Halen Milliyet gazetesinde Dış Politika üzerine makaleler yazan Sami Kohen de Dönme kökenlidir. Bu kişi Amerika'da da Sam Kohen adıyla yazı yazmaktadır.
Bunlar yahudi ve Dönme kökenli gazeteci ve yazarların Türkiye çapında ün kazanmış olanlarından bazıları. Ancak hepsi bu kadar değil tabii ki. Yahudi ve Dönme kökenli yazarların ve fikir adamlarının çalışmaları iyi tahlil edilirse özellikle Cumhuriyet döneminin ideolojik ve fikirsel alt yapısının oluşturulmasında ve bunun topluma kabul ettirilmesi çalışmalarında önemli rol üstlendikleri görülür.
Dönmeler sadece yazı yazmakla ve fikir üretmekle yetinmemiş medyada patron olarak etkin olmaya da çalışmışlardır. Bu amaçla muhtelif yayın organları çıkarmışlardır. Günümüzde de başta Türkiye'nin en çok satan gazeteleri arasında yer alan Sabah gazetesi olmak üzere birçok yayın organı çıkaran ve atv adlı bir televizyon kuruluşu bulunan önemli bir medya holdinginin sahibi durumundaki Dinç Bilgin "Dönme" kökenli medya patronlarından biridir.
"Dönmeler" adı verilen grup normalde yahudiliklerini gizleyen ve kendilerini Müslüman olarak lanse eden cemaat olmalarına rağmen gizli inançlarını koruyabilmek ve bu inançlarını yetişen nesillerine de aynen aktarabilmek için kendi eğitim kurumlarını kurmaya büyük özen göstermişlerdir. Dönmeler'in eğitim alanındaki üstatlarından biri daha önce kendisinden söz ettiğimiz Selanikli Şemsi Efendi'dir. Şemsi Efendi, kendi imkanlarıyla Selanik'te ilkokul seviyesinde bir eğitim kurumu kurmuştu. Kendisi de bir Dönme olan Ilgaz Zorlu'nun "Evet Ben Selanikliyim" adlı kitabında Şemsi Efendi ve okulu hakkında verdiği bazı bilgileri aktarmakta yarar görüyoruz: "Bu çabaların (yani Sabetaycı neslin eğitimi için verilen çabaların) hiç kuşkusuz ki en önemlisini o yılların aslında bilgin bir Kabbalisti (Kabbala yorumcusu) ve din adamı olan Şemsi Efendi (Şimon Zwi) yapmaktaydı. Cemaat gençlerinin ne denli bir sorunla karşı karşıya kaldığını gören Şemsi Efendi, bir müddet sonra kendi düşüncelerini Sabetaycı topluluk içinde duyurma çabasına girişti. Bu çaba bir anda o denli taraftar topladı ki insanlar adeta onun fikirlerine yapıştılar. Ancak kendisi tamamen kendi imkanları ile Selanik'te ilkokul seviyesinde bir kurumu da kurdu... Almış olduğu Batılı eğitimin etkisiyle bir süre sonra okulu Selanik'te önemli başarılar kazanmıştır. Atatürk de sadece cemaat üyesi kişilerin kabul edildiği bu okulda bir süre okumuş ve orada verilmeye çalışılan Batılı anlayıştan etkilenmiştir; bunu daha sonraki fikirlerinde de görmekteyiz."(25)
Dönmeler Selanik'teki eğitim kurumlarının yanı sıra İstanbul ve İzmir'de de önemli eğitim kurumları kurmuşlardır. Bunların başta geleni ise İstanbul'daki Feyziye Mektebi idi. Feyziye Mektebi'nin de temeli aslında Selanik'te atılmıştır. İlk olarak 1885'te Selanik'te Feyzi Sıbyan adıyla bir okul kuruldu. Balkan Harbi sırasında ekonomik krize giren bu okulu, Sultan II. Abdülhamid'in tahttan indirilmesinden sonra iş başına gelen hükümette Maliye Bakanı görevini alan Cavit Bey'in yardımları kurtarmıştır. Bir Maliye bakanının bu okulu kurtaracak yardımları ise devletin hazinesinden yaptığı şüphe götürmeyecek bir gerçekti. (Bu Cavit Bey daha sonra Atatürk tarafından idam ettirilmiştir). İstanbul'daki Feyziye Mektebi bugün Işık Lisesi adıyla faaliyetini sürdürmektedir. Feyziye Mektebi'nin ve onun yerine geçen Işık Lisesi'nin asıl amacı Dönmeler'in çocuklarının Müslümanların çocuklarına karışmalarını ve böylece gizli olarak sakladıkları Sabetaycı (gizli yahudi) inançlarını korumalarını sağlamaktı.
Bugün halen varlığını sürdüren Ulus Musevi Lisesi ise özellikle yahudilerin yani yahudiliklerini açığa vuran azınlığın çocuklarının okuduğu bir eğitim kurumudur.
Türkiye yahudilerinin ve onların gizli kanatları durumundaki Dönmeler'in en çok ağırlık verdikleri alan ekonomik alandır. Bu alanda hem yahudiliklerini açığa vuranlar hem de bu kimliklerini gizleyerek "Dönmeler" kitlesi içinde yer alanlar etkin faaliyet içine girmişlerdir. Cumhuriyetin ilk dönemlerinde onlara bu sahada bazı kolaylıklar sağlandığını daha önce belirtmiştik.
Cumhuriyet döneminde ekonomik alanda önemli noktalara gelen yahudi ve Dönme kökenlilerin bazıları şunlardır:
Üzeyir Garih ve İshak Alaton: Alarko Holding'in ortakları. Her ikisi de yahudi kimliklerini açığa vuran kesimdendir. 1954'te küçük bir sermaye ile kurulan şirketleri Alarko Holding ise devletten aldığı ihalelerle bugün büyük bir dev firma haline gelmiştir. Garih - Alaton ikilisi aynı zamanda aşağıda sözünü edeceğimiz "500. Yıl Vakfı"nın kurucularındandır.
Alarko Holding'in başkanı Üzeyir Garih'in otuzdan fazla vakıf ve derneğe üye olduğu bizzat kendisiyle yapılan bir röportajda dile getirilmişti. Bu vakıf ve derneklerin tümü Türkiye'deki yönetimi etkileme, Türkiye-İsrail ilişkilerini güçlendirme, Türkiye'deki yahudi azınlığın çıkarlarını koruma, Türkiye'den İsrail'e menfaat sağlama gibi muhtelif lobi faaliyetleri yürütmektedir. Garih, Panorama adlı bir ekonomi dergisinin kendisiyle yaptığı röportajda, üyesi olduğu kuruluşlar yoluyla bir çıkar elde edip etmediği sorulunca şu cevabı vermişti: "Tabii üyesi olduğum kuruluşlardan çıkarım var. Dernek yoluyla sesimi son merciye kadar duyururum" demişti. (26)
Jak Kamhi: Profilo Holding'in yönetim kurulu başkanı. Profilo Holding, Türkiye'nin beyaz eşya (buzdolabı, çamaşır makinesi, bulaşık makinesi vs. gibi ev aletleri) üreten en önemli sanayi kuruluşlarından biridir. Jak Kamhi aşağıda sözünü edeceğimiz 500. Yıl Vakfı'nın kurucu başkanıdır. Kamhi'nin aynı zamanda uluslararası siyonist teşkilat B'nai B'rith'e üye olduğu çeşitli kaynaklarda dile getirilmiştir. Jak Kamhi, İktisadi Kalkınma Vakfı'nın da başkanıdır. Onun bu kuruluş vasıtasıyla da önemli lobi faaliyetlerinde bulunduğu bilinmektedir.
Haftalık 2000'e Doğru dergisi Kamhi'nin koruma görevlilerinin MOSSAD ajanı olduklarını iddia etmişti. Kamhi, Türkiye'deki yahudi lobiciliğinin başını çekenlerden biridir. O bu konuda bazı uluslararası oluşumlarla ve devlet yönetimleriyle olan irtibatını da çok iyi değerlendirmektedir. Kendisine eski Fransa cumhurbaşkanı François Mitterand tarafından Legion d'Honneur (Onur Madalyası) ve "Chevalier (şövalye)"lik payesi verilmiştir. Kamhi, Marie Claire dergisine yaptığı açıklamada: "İsrail'e karşı bağlılığım var" (27) ifadesini kullanmıştı.
Haftalık 2000'e Doğru dergisinin 28 Haziran 1992 tarihli sayısında çıkan bir habere göre Jak Kamhi'nin sahibi olduğu Profilo Holding Genelkurmay başkanlığına yeni bir elektronik haberleşme sistemi satma teklifinde bulundu. Ancak daha sonra bu sistemin MOSSAD tarafından da dinlenmeye müsait olduğu ortaya çıkınca teklif reddedildi. Jak Kamhi'nin oğlu Cefi Kamhi yahudi kimliklerini gizlemeyenlerin geleneklerini bozarak Meclis'e giren kişidir. Çünkü Dönmeler Meclis'e girerek ve devlet kadrolarında görev alarak yönetimde söz sahibi olma yollarına giderken yahudi kimliklerini gizlemeyenler genellikle ekonomik alanda kalarak lobi faaliyetleri yürütmeyi tercih etmektedirler. Cefi Kamhi bu geleneği bozarak bir dönem DYP listesinden parlamentoya girdi. Jak Kamhi'nin kardeşinin MOSSAD ajanı olduğu International Herald Tribune gazetesinin 24 Mayıs 1993 tarihli sayısında iddia edilmiştir. Jak Kamhi hakkında 1983 yılında toplu kaçakçılık yapma suçundan dava açılmıştı. Bunun sebebi ise onun sahip olduğu Tüpko adlı şirketin Türkiye'ye kaçak yollarla televizyon tüpü sokmasıydı.
Vitali Hakko: Vakko adlı konfeksiyon şirketinin sahibi Vitali Hakko, Şapka Kanunu sayesinde büyük primler yapmıştır. Önceleri İstanbul'un Mahmutpaşa semtinde ve Kapalı Çarşı'sında tezgahtarlık yapan Vitali Hakko, şapka giyilmesini zorunlu kılan Şapka Kanunu çıktıktan sonra çıkardığı Has Şapka ile büyük gelirler elde etti. Vakko bugün Türkiye'nin en zengin konfeksiyon kuruluşları arasında yer almaktadır. Vakko'nun ürünlerini de daha çok zengin kesim giyebilmektedir. Çünkü lüks ve pahalı ürünler piyasaya sürdüğünden fakir ve orta tabakanın onun ürünlerini satın alması zor olmaktadır.
Bezmenler Ailesi: Bu aile Dönmeler kesimine mensuptur ve Türkiye'nin oldukça zengin ailelerinden biridir.
Eczacıbaşı Ailesi: Bu aile de Dönmeler'dendir. Türkiye'nin en büyük ilaç sanayi kuruluşu olan Eczacıbaşı İlaç Holding bu aileye aittir. Bu ailenin en tanınmış ismi ise Eczacıbaşı İlaç Holding'inin kurucularından olan Nejat Eczacıbaşı'dır. Nejat Eczacıbaşı da aşağıda sözünü edeceğimiz 500. Yıl Vakfı'nın kurucularındandır ve aynı zamanda uluslararası siyonist kuruluşlardan Bilderberg'in üyesidir.
Bunlar Türkiye'nin zengin tabakası içerisinde yer alan yahudi veya Dönme kökenlilerin sadece bir kısmını oluşturuyor. Biz sözü fazla uzatmamak içen özellikle büyük sanayi kuruluşlarının sahibi olanlardan söz etmekle yetinmek istedik. Ancak bu kişilerin Türkiye yönetiminin üzerinde önemli bir etkinliklerinin olduğunun bilinmesinde yarar görüyoruz.
Türkiye yahudilerinin ve Dönmelerin Cumhuriyet döneminde her zaman çok rahat oldukları da söylenemez. Cumhuriyetin ilk yıllarında bazı dönmelerle yönetim arasında birtakım problemler de yaşanmıştır. Örneğin II. Abdülhamid'in hal'inden sonra iş başına gelen hükümetin Maliye bakanı Cavid Bey, Mustafa Kemal döneminde idam edilmiştir. Bu sürtüşmenin sebebi yahudilerin ve Dönmelerin kontrolü tümüyle ellerine alma çabası içine girmiş olmaları olabilir. Hatta Cumhuriyet döneminde Sabetaycı kökenlilere yönelik baskılar hakkında kendisi de Sabetaycı kökenli olan bir yazar şu iddialarda bulunmaktadır: "Sabetaycılara yönelik baskılar genel olarak Cumhuriyet ile beraber olmuştur. Gariptir ki Osmanlı Devleti'nin dinsel kurallarının en katı uygulandığı dönemlerinde bile cemaat (yani Sabetaycı cemaat) üyelerine karşı resmi bir tavır sergilenmemiştir... Yine ilginçtir, Sabetaycılara karşı en yoğun baskılar kendilerinin de kuruluşunda önemli rol üstlendikleri Cumhuriyet Türkiyesi'nde olmuştur. Nitekim bunun en somut örneği 1946'da yaşanan Varlık Vergisi olayında görülmektedir. (Varlık Vergisi'nin başlama tarihi 1942'dir. Kitapta bu tarih yanlış yazılmıştır.) Kendilerini tamamıyla Türk addeden Sabetaycı aileler "D" sınıfı altında belirlenmişler, Bezmenler, Atabekler, Dilberler gibi bilinen aileler korkunç parasal miktarlar ödemek durumunda bırakılmışlardır." (28)
Yukarıda da belirttiğimiz üzere 1942'de başlayan ve yahudi kökenlilere karşı uygulanan bir Varlık Vergisi olayı dikkatimizi çekmektedir. Bu uygulamaya göre yahudilerden ve Dönmeler'den Müslümanlardan alınan verginin iki katı alınıyordu. Görünüşte bu vergi yahudilere yönelik bir baskı uygulaması niteliği taşıyordu. Ancak gerçekte yahudilerin Filistin topraklarına göç etmelerini sağlamak için konulmuş bir vergi olabilir. O zamanın cumhurbaşkanı İsmet İnönü'nün ta Lozan görüşmelerinde yahudilerin başhahamlarıyla bir dostluk ilişkisi içine girdiğinden daha önce söz etmiştik. Onun bu kez yahudileri ve Sabetaycıları ekonomik yönden sıkıntıya sokacak katı bir vergi uygulamasına başvurmasında onları göçe zorlama amacının bulunuyor olması hiç de ihtimal dışı değildi. Bilindiği üzere aynı dönemde Avrupa ülkelerinin çoğunda yahudiler sistemli bir baskıya maruz bırakıldılar ve bu baskılar Filistin topraklarına göçü hızlandırdı. Bu göç sayesinde Filistin topraklarında bir "yahudi devleti" kurmaya yetecek insan potansiyeli oluşturuldu. Eğer söz konusu zorlamalar olmasaydı, yahudiler genellikle bulundukları ülkelerde kalmayı tercih edecek, bu yüzden de Filistin'e göç az olacak ve hedeflenen "İsrail devleti"nin kurulması için yeterli insan potansiyeli oluşmayacaktı. Buna binaen yakın tarihi incelediğimizde bir dönem yahudilere yönelik olarak uygulanan sistemli baskıların sadece siyonizmin amaçlarına hizmet ettiğini görürüz. Bu açıdan bakarsak 1942'de başlatılan Varlık Vergisi uygulamasının da siyonistlerin Filistin'e yahudi göçünü hızlandırma amacına yönelik olması ihtimalini göz önüne almamız gerekir. Söz konusu vergi uygulamasının sebep olduğu göç olayı da bu kanaati doğrulamaktadır. Çünkü söz konusu göç sebebiyle çok sayıda yahudi Filistin topraklarına göç etmiştir. Özellikle İsrail işgal devletinin kuruluşunun ilan edilmesinden sonra azımsanamayacak sayıda Türkiye yahudisi işgal altında tutulan Filistin topraklarına göç etmiştir. II. Dünya Savaşı'na kadar Türkiye'de toplam olarak 150 bin civarında yahudi yaşadığı tahmin ediliyordu. Ancak günümüz Türkiye'sinde bu sayı 25 bine düşmüştür. İşte bu azalmanın sebebi işgal altındaki Filistin topraklarına göçtür. Göçün en hızlı şekilde gerçekleştiği dönem ise Varlık Vergisi'nin uygulandığı yıllardı.
Türkiye yahudileri, yahudilerin İspanya'dan sürülüp Osmanlı topraklarına kabul edilmelerinin 500. yıldönümünü kendi açılarından bir fırsat kabul edip bu fırsatı iyi değerlendirmek amacıyla 1989 yılında 500. Yıl Vakfı' nı kurdular. Vakfın kurucuları arasında yahudi olmayıp da yahudilerle yakın ilişkiler içinde bulunanlar da vardı. Ünlü işadamlarından Sakıp Sabancı, Anavatan Partisi İstanbul milletvekili Bülent Akarcalı, eski dışişleri bakanı Vahit Halefoğlu'nun eşi Zehra Halefoğlu, gazeteciler Nezih Demirkent, Yavuz Donat, Altemur Kılıç, tiyatro sanatçısı Yıldız Kenter, emekli amiral A. Sezai Orkunt 500. Yıl Vakfı'nın yahudi olmayan kurucularından bazıları. Vakfın yahudi kurucularının bazılarının adları da şöyle: Jak Kamhi (Profilo Holding'in başkanı), İshak Alaton (Alarko Holding'in ortaklarından), Üzeyir Garih (Alarko Holding'in ortaklarından), Vitali Hakko (Vakko'nun sahibi), Eli Acıman (Manajans'ın sahibi), Sami Kohen (gazeteci, Milliyet gazetesinin yazarlarından). Vakfın başkanlığına yahudi işadamlarından Profilo Holding'in sahibi Jak Kamhi getirildi.
500. Yıl Vakfı'nın yetkilileri amaçlarının 500 yıllık tarihin ve Türklerin tanıtımını yapmak ve böylece Türkiye'ye olan minnet borçlarını ödemek olduğunu ileri sürüyorlardı. Ancak vakfın kuruluşunu gerçekleştirdikten sonra başlattığı, özellikle de İspanya yahudilerinin kovuluşunun 500. yılı olan 1992 yılı içinde yürüttüğü faaliyetler asıl amacın daha farklı olduğunu ortaya çıkardı.
Vakfın kuruluş amacı hakkında Jak Kamhi'nin şu sözleri önemli fikirler vermektedir: "500. Yıl Vakfı projesini ortaya koyan hahambaşılıktır. Bu proje çok daha önceden hahambaşılık tarafından düşünülmüştü. Bunun bir vakıf tarafından yürütülmesi hahambaşılık tarafından benimsenmiş ve bu şekilde bir yol çizilmiştir. Bu işin de esas patronu hahambaşı ve hahambaşılıktır. Bu itibarla bizim hahambaşılıkla herhangi bir fikir ayrılığımız yoktur. Etkinliklerin ise büyük bir çoğunluğu zamanında hahambaşılık tarafından düşünülmüş etkinliklerdir." (29)
Bizce 500. Yıl Vakfı'nın en önemli amaçlarından biri siyonist İsrail yönetiminin izlediği ırkçı politika ve gerçekleştirmiş olduğu gayri insani uygulamalar dolayısıyla gerek Türkiye gerekse dünya kamuoyunda oluşmuş olan siyonizm ve yahudi aleyhtarı imajı tamamen silmek veya en azından hafifletmekti. Tabii ki bunun gerçekleştirilmesi ikinci önemli amacın yani Türkiye-İsrail ilişkilerinin geliştirilmesi amacının gerçekleştirilmesine zemin hazırlayacaktı. Vakıf da bu amacını gerçekleştirebilmek için Osmanlı hoşgörüsünden söz etmeyi insanlara yanaşmak ve onların ilgilerini çekmek için bir vasıta olarak kullandı. Vakfın bütün programlarında, konuşmacıların Osmanlı hoşgörüsünü dile getiren yapmacık cümlelerini sürekli şekilde yahudiyi hoş ve sevimli göstermeyi amaçlayan konuşmalar izliyordu. Bu arada 1492 sürgününden ve yahudilerin Ortaçağ Avrupa'sında görmüş oldukları zulümlerden özene özene söz edilmesi de gönüllerde yahudiye karşı bir acıma duygusunun oluşturulması amacına yönelikti. Yıllarca İsrail yönetiminin güçlenmesi için büyük maddi fedakarlıklarda bulunmuş olan yahudi trilyonerleri ve milyarderleri bu kez İsrail ve siyonizm aleyhtarı imajı silmek için her türlü maddi fedakarlık göstermekten çekinmediler. Dolayısıyla 500. Yıl Vakfı'nın önceden belirlemiş olduğu programların uygulamaya konulması konusunda herhangi bir aksama olmadı.
500. Yıl Vakfı, belirlemiş olduğu amaç doğrultusunda yürüttüğü umuma açık kültürel faaliyetlerin yanı sıra çeşitli lobi faaliyetlerinde de bulundu. Bu lobi faaliyetlerinin en büyük başarılarından birisi Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nun 10 Kasım 1975 tarihinde kabul etmiş olduğu, siyonizmi bir ırkçılık olarak değerlendiren ve bu yüzden kınayan kararın geri alınmasını sağlamak oldu. Bu kararın geri alınmasında ABD başkanı Bush'un seçim hesapları dolayısıyla çeşitli ülkelere baskı yapmasının rolünün büyük olduğu inkâr edilemese de, 500. Yıl Vakfı'nın böyle bir baskının yapılabilmesi için şartları oluşturduğu da bir gerçektir. İşin gerçeğinde 1975 İsrail'i ile 1992 İsrail'i arasında ve bu süre içinde siyonizmin amaçlarında herhangi bir değişiklik olmamıştı. İsrail'de hala "vatandaşlık", "yahudi olmak" olarak tanımlanıyor ve dünyanın hangi ülkesinden gelirse gelsin "yahudi" olan bir kişi İsrail'de vatandaşlık hakkına sahip olabiliyordu. Bunun yanı sıra İsrail yahudi olmayanlara hala hor bakıyor, işgali altındaki topraklarda yaşayanlardan yahudi olmayanlar üzerindeki baskı ve zulüm uygulamalarını aynen sürdürüyordu. Kısaca İsrail "Korku Devleti" özelliğini aynen koruyordu. Bu "Korku Devleti" özelliği de birinci derecede ırkçı anlayışına dayanıyordu. Bütün bunlara rağmen Birleşmiş Milletler'in ABD başkanı Bush'un da baskıları ile 10 Kasım 1975 tarihli ve 3379 sayılı, "siyonizmin bir çeşit ırkçılık ve ırk ayrımı olduğu" yolundaki kararını geri almasında 500. Yıl Vakfı yoluyla yürütülen çalışmaların ve dünyadaki çeşitli güç merkezlerine yakınlıkları ile bilinen yahudi lobilerinin önemli rol oynadığı bir gerçektir.
Gerek Türkiye'de ve gerekse Türkiye dışında basın - yayın organları üzerinde küçümsenemeyecek bir etkinliğe sahip olan yahudi lobileri için 500. Yıl Vakfı'nın çalışmaları iyi bir propaganda malzemesi olarak kullanıldı. Mesela Türkiye'de çok sayıda yayın organı, bu vakfın kuruluşu ve yürüttüğü çalışmalar dolayısıyla yahudilerden övgüyle söz eden dizi yazılar ve makaleler yayınladılar. Bu yazı ve makalelerde Osmanlı hoşgörüsünün vurgulanmasından çok yahudinin sevimli gösterilmesine çalışıldığı hemen dikkat çekiyordu.
Türkiye yönetimi, 500. Yıl Vakfı'na gerek kuruluşunda gerekse programlarını uygulamaya koymasında her türlü kolaylığı gösterdiği gibi maddi yönden destek de sağladı. Türkiye hükümetinin böyle bir maddi destek sağladığı bizzat vakfın başkanı Jak Kamhi tarafından şu şekilde dile getirilmişti: "Devlet desteği yalnız uluslararası tanıtım vb. faaliyetlerde oluyor. Tabii bu arada bütün dünya yahudi liderlerini bir araya getirip bir konser adı altında 'Evrensel Yahudi İttifakı' girişimleri de bu faaliyetlerin arasında yer alabiliyor."
Türkiye hükümetinin 500. Yıl Vakfı'na bu desteği sağlamasında Türkiye'deki yahudi azınlığın ve Dönme kökenlilerin lobi faaliyetlerinin yanı sıra, bu vakfın Türkiye adına dünya çapında lobi faaliyetlerinde bulunacağı ümidinin de önemli rolü olmuştur. 500. Yıl Vakfı' nın şartnamesinde, vakfın amaçlarından: "Türklerin devlet ve toplum olarak üstün insanlık vasıflarını her türlü olanaktan yararlanarak tüm dünyaya tanıtmak, din ve vicdan hürriyetlerini korumak için bağnazlık ortamından kaçarak Türk toprağını vatan seçen yahudilere kucak açan Türk milletinin insancıl yaklaşımını en geniş şekilde yurtiçinde ve yurtdışında duyurmak ve Musevi yurttaşlarımızın şükran ifadelerinin açıklanmasına yardımcı olmak..." şeklinde söz edilmesi hükümeti oldukça memnun etmişti. Osmanlı hoşgörüsünün, Osmanlı'nın yüce tuttuğu manevi değerlere sırt çeviren mevcut Türkiye yönetimine mal edilmesi de bu yönetimin hoşuna gitmekteydi. Bu yüzdendir ki söz konusu vakfın en faal olduğu iki yıl içerisinde üç hükümet değişikliğine gidilmesine rağmen Türkiye yönetimi 500. Yıl Vakfı'nı destekledi ve birbirini izleyen bu üç hükümetin söz konusu vakıfla ilgili politikalarında herhangi bir değişiklik olmadı. Bu tutum sonraki dönemlerde de aynen devam etmiştir ve hükümet değişiklikleri adı geçen vakfın konumunu değiştirmemiştir.
500. Yıl Vakfı'nın Türkiye'nin siyonizmi ırkçılık olarak kabul eden BM kararının geri alınması konusuyla ilgili tutumunu etkilediği de söylenebilir. Bu etkinin bir sonucu olarak Türkiye, söz konusu kararın geri alınması konusunda çekimser kalmayı tercih etti. Başbakan Süleyman Demirel konuyla ilgili açıklamasında, İsrail'in barış masasında tutulabilmesi için eski kararın iptalinin gerektiğini söylemiş, o zamanki Dışişleri bakanı Hikmet Çetin de: "Bizim farklı bir durumumuz var, en makulü çekimser kalmaktı" demişti.
O zaman birbirlerinin ellerini sıkmayan cumhurbaşkanı Turgut Özal ile başbakan Süleyman Demirel'in, İsrail cumhurbaşkanı Haim Hertzog'un Türkiye'yi ziyareti esnasında gerçekleştirilen "500. Yıl Vakfı'nın Galası"nda bir araya gelebilmeleri de bu vakfın gücünün ve Türkiye'deki yönetimin bu vakfa verdiği önemin bir göstergesiydi.