Haziran 2013, Vuslat
Artık iyice açıklık kazanan bir gerçek var: Baas sultası ve katliamı, Suriye'deki ayaklanmanın ülkenin bir iç meselesi olduğunu dolayısıyla kimsenin onun içişlerine karışmaması gerektiğini söyleyen dış güçlerin desteğiyle sürüyor. Onların anlayışına göre olay Suriye'nin iç sorunu olduğundan Baas'ın da onu çözebilmek için istediği kadar insanı katletme, kesme, doğrama hakkı vardı. Kimsenin ona karışma, müdahale etme hakkı yoktu. Ama Baas diktası halkın direnişi karşısında köşeye sıkışmaya başlayınca kuralı kendilerine uygulamadılar. Önce bu ülkedeki "kutsal" mekânları ziyaret amacıyla güya silahsız, sivil ziyaretçiler gönderdiler. Oysa onların gönderdiği ve medyanın da genellikle "hacı" olarak nitelediği bu ziyaretçileri direnişçiler rejimin askerleriyle birlikte savaşırken ele geçirdi ve esir aldılar. Sonra bazıları esir takasında "Suriye'nin içişlerine karışmamak için sadece ziyaretçi göndermekle yetinen (!)" İran'a teslim edildi. Sonra "ziyaretçi" kılıfı yeterli gelmeyince, bu kişilerin kutsal mekânları savunmak amacıyla gönderildiği ileri sürüldü. Çünkü artık cephede çarpışırken öldürülüyorlardı ve cenazeleri taşınıyordu. Daha sonra bu kamuflajları atıp Suriye'yi "tekfircilere (!)" teslim etmeyeceklerini söyleyerek zalim diktatörün askerlerinin ve Şebbiha çetelerinin yanında açıktan savaşmaya, toplu katliamlar gerçekleştirmeye başladılar. Çünkü onlara göre Suriye halkının özgürleştirilmesi ve Baas zulmünden kurtarılması için savaşanlar sapık tekfirci ama yakaladıkları gençleri "Beşşar'dan başka ilah yoktur" demeye, onun fotoğraflarının üzerine secde etmeye zorlayan canavarlar siyonist tehdit karşısında direniş hattını koruyan "muvahhidler (!)"di.
Israrla sahip çıktıkları ve korudukları "direniş hattı"nı güçlendirmek için kadın, çocuk, yaşlı demeden insanları topluca katletmek mi gerekiyordu? Siyonist işgal karşısında güvence oluşturduğunu söyledikleri "direniş hattı"nın her gün en az yüz insanın kanıyla beslenmesi mi gerekiyordu? Bu nasıl bir "direniş hattı"ydı ki siyonist tehdide karşı kimseye bir güvence veremezken kendisi Suriye'de yaşayan milyonlarca insan için korkunç tehdit haline gelmişti? Üstelik, işgale karşı Filistinliler için güvence sağladığı söylenen bu "direniş hattı" Suriye'ye sığınan Filistinlileri de öylesine doğramaya başlamıştı ki sadece Filistinli mültecilerden katlettiği insan sayısı asıl büyük tehdit olarak gördüğümüz siyonist işgalcilerin 2008 ve 2012 yıllarında Gazze'ye karşı açtığı savaşlarda öldürdüğü insan sayısını geçmişti. Yani bütün bu insanlar siyonist tehdide karşı direniş hattının korunması için yok ediliyordu.
Baas vahşetine destek veren, onu silah ve asker yönünden besleyen güçlerin asıl meseleleri kendi çıkar hesaplarıdır. Tahran'daki rejimin verdiği desteğin arkasında da kendi planları ve hesapları var. Bu da oradaki rejime yön veren anlayışın devletin çıkarlarının olduğu yerde insanların topluca imha edilmesinde sakınca görmeyen çok katı bir pragmatist yani çıkarcı anlayış olduğunu gösteriyor. Demek ki bu anlayışa göre icabında Suriye'de, İran'ın çıkarlarını koruyan, onun planları açısından hâkimiyetini sürdürmesi gerektiğine inanılan Esed diktasını istemeyenleri toptan katletmenin, ateşe atmanın herhangi bir sakıncası yok.
Böyle bir anlayışın yönlendirdiği Hizb'in adamlarının da Esed'in canileriyle yan yana aynı safta katliam yapmalarının önünde herhangi bir engel kalmamış oluyordu. Daha önce değişik noktalarda bu işi kendilerini göstermeden ve yaptıklarını değişik tutarsız iddialarla kamufle eden Hizb gerillaları bu kez Humus'un Kusayr ilçesini direnişçilerden kurtarıp Esed'in canavarlarına teslim edebilmek için onlarla yan yana, omuz omuza savaşmaya, sivil silahlı ayrımı yapmaksızın insanları topluca katletmeye başladılar.
Yüz binlerce insanı sırf dikta rejimini istemedikleri ve onurlarıyla yaşamak istedikleri için katleden, evlerini yerle bir eden, ülkelerini adeta büyük bir deprem felaketi yaşamış gibi harabeye çeviren Esed saltanatına destek olanlar sadece İran'ın çıkarlarının korunması için her türlü katliama onay veren pragmatist anlayışın gönderdiği askerler yahut yönlendirdiği gerilla güçleri değildi. Türkiye'deki Esed çetesi mensuplarının bazıları da sadece onun adına bu ülkede yalan bilgilere ve kurgulara dayalı propaganda faaliyetlerinin, onun hesabına gürültü çıkarmanın yeterli olmadığını, Baas diktasını kaybetmemek için gidip safında savaşmak gerektiğini görünce özellikle silahlı çatışmaların pek olmadığı dolayısıyla kendi açılarından risk oranının daha düşük olduğu sahil bölgesini seçerek saldırılar ve katliamlar yapmaya gitmişlerdi. Bu bölgede özelikle Banyas çevresinde gerçekleştirilen katliamları büyük ölçüde Türkiye'den giden Baas çetesinin organize ettiği ortaya çıktı.
Nusayrilerin sayıca daha fazla olduğu Lazkiye merkezli kıyı bölgesinde yani Banyas ve çevresinde gerçekleştirilen katliamların aynı zamanda ırkçı tasfiye amaçlı olduğu bölgeyi ve Baas'ın stratejilerini bilen tüm yorumcular tarafından dile getirildi. Çünkü diktatörün Şam'da hâkimiyeti korumakta zorlanması halinde "hepsini tutamazsan hepsini de bırakma" anlayışıyla hareket ederek Lazkiye merkezli ikinci bir hâkimiyet alanı oluşturmayı planladığı biliniyordu. Fakat bu bölgede de bir muhalif kesimle karşı karşıya gelmemek ve kontrolü sağlamlaştırabilmek için bir etnik tasfiyeye başvurması ihtimali olduğu tahmin ediliyordu. Banyas ve çevresinde gerçekleştirilen korkunç katliamlar, tehditler ve tehcir uygulamaları tahminleri teyit etti.
Banyas'taki katliamlar Baas diktasını kaybetmemek isteyen ve onun lobiciliğini yapan çetenin hunharlıkta, vahşette onun önünde gittiğini gösterdi. Çocukları ve kadınları göğüslerinden bıçaklayarak katlettikleri, sonra da bıçaklanarak öldürülen bu insanların cesetlerini ateşe atarak yaktıkları ortaya çıktı. Bazı kişileri de öldürerek cesetlerini kurtların, kuşların yemesi için tarlalara atmışlardı. Saldırılardan kaçmayı başararak ülke içinde güvenli bölgelere veya ülke dışına sığınanların çektiği fotoğraflar bütün gerçekleri gözler önüne serdi.
Bu yaşananlar doğal olarak akla şu soruların gelmesine neden oluyor: Bugün Türkiye'de yerine göre solculuk yerine göre de İrancılık hesabına Baas katliamlarını ve zulümlerini savunmaya devam edenlerin anlayışları Kusayr'da rejimin askerleriyle yan yana katliam yapan Hizb milislerinden veya Banyas'ta kundaktaki bebekleri katledip cesetlerini ateşe atan Mihraç Ural çetesi elemanlarından farklı mıdır? Aynı cephelere bunları götürüp savaştırsalar acaba farklı bir tavır mı sergileyecekler?
Sergilediği vahşete ve taraftarlarının verdiği sınırsız desteğe rağmen yine de halkın kıyamını bastıramayan ve sürekli güç kaybeden Baas diktası, elinde kalan kozları oynarken bir yandan da ateşi ülke sınırları dışına taşımak istiyordu. Hatay'ın Reyhanlı ilçesinde gerçekleştirilen saldırılar ve katliamlar bu amaca yönelik taktiklerin bir sonucudur. Diktatör Esed, Türkiye'deki yanlılarının ve lobilerinin sadece onun için propaganda faaliyetleri yürütmekle ve zihinleri bulandırmakla yetinmemelerini aynı zamanda ateşi Türkiye'ye taşıma amacıyla bir şeyler yapmalarını istemişti. İsteği yerine getirildi ve Reyhanlı'da elliden fazla insanın ölümüne yüzlerce vatandaşımızın da yaralanmasına neden olan vahşi bombalama eylemleri gerçekleştirildi.
Reyhanlı'daki katliamların metodu Suriye'de izlenen metodun bir kopyasıydı. Yani insanların fiili mücadeledeki konumlarına ve olaylarla bağlantılarına bakmadan sadece gözlerini korkutmak, hâkim rejime şartsız teslim olunmaması durumunda tehlikenin bütün herkesi kuşatacağı, Esed'e açıktan destek verdiğini ve muhaliflere de karşı durduğunu ilan etmeyen herkesin hedefte olabileceği mesajı vermek, yerine göre sadece korku çemberi oluşturmak amacıyla bile saldırılar, katliamlar gerçekleştiriliyor. Reyhanlı katliamları öncesinde belki birçokları "bu nasıl olur?" diye zihinlerinde tereddüt taşıyorlardı. Muhtemelen ölenlerin birçoğunun cephede, çatışma esnasında öldürüldüklerini sanıyorlardı. Ama Reyhanlı saldırıları gösterdi ki sadece taktik amacıyla ve savaşın stratejik hesapları için olan bitenlerden habersiz insanlar bile hedefe yerleştirilip topluca öldürülüyor.
Esed diktasına çalışan, onun çıkarlarının Türkiye'de gözlemciliğini yapan çetenin Reyhanlı olaylarının hemen ardından adeta kurulmuş saat gibi harekete geçmesi, hemen Suriye'deki zulüm ateşinden kaçanları Türkiye sınırları içinde de ateş çemberine almak, onlara kaçabilecekleri hiçbir yer, sığınabilecekleri hiçbir korunaklı alan olmadığı, Baas zulmüne mutlak teslimiyet ile ölüm arasında tercih yapmak zorunda oldukları mesajı vermek için harekete geçmesi saldırıların ne amaçla gerçekleştirildiğini ve arkasında kimler olduğunu herhangi bir şüpheye mahal bırakmayacak derecede açığa çıkarmıştır.
Türkiye'deki çetelerin amacı olaylarla hiçbir ilgileri olmayan aksine saldırılardan tamamen olumsuz yönde etkilenen Suriyeli mültecilere tepkilerin yaygınlaştırılması ve onların Baas ateşinin içine geri dönmeye zorlanmalarıydı. Böyle bir zorlamanın amacı ise hâlen Suriye'de yaşayan ve Rusya'nın gönderdiği devasa füzelerin tehdidi altında olan kitlelere Baas diktasına mutlak teslimiyetle teslim olmamaları durumunda kaçabilecekleri, sığınabilecekleri bir yer olmadığı, Kusayr'da Hizb çetelerinin mermileriyle, Banyas'ta Mihraç Ural'ın gerillalarının bıçaklarıyla, Halep'te Putin'in gönderdiği füzelerle, Der'a'da Nuri el-Maliki'nin ve İran'ın gönderdiği keskin nişancıların kurşunlarıyla öldürülmeyi beklemekten başka seçeneklerinin olmadığı mesajı vermekti.
Baas'ın gerek içerideki Şebbiha çeteleri ve gerekse dışarıdan gönderilen gerilla güçleri bütün bu katliamları yaparken uluslararası güçlerin güya Suriye sorunu için çözüm üretmek amacıyla Cenevre'de bir araya gelmeleri sadece bir oyundur. Bir yandan Cenevre'de "çözüm formülü" üretmek için emperyalizmin diğer kanatlarıyla masa başına oturan Rusya'nın diğer yandan Baas diktasına gemiler dolusu silahlar ve tahrip gücü yüksek füzeler göndermesi de hesaplar ve niyetler üzerinde yeterince fikir veriyordu.
Cenevre görüşmelerinin amacı Baas diktasının katliamlarına son vermek veya halkın özgürlük mücadelesine destek olsaydı ya diktatörü zorlayacak yahut özgürlük isteyenlerin bileğini güçlendirecek adımlar atılırdı. Yapılmak istenen aslında yine bir oyalama taktiğine başvurmak ve diktatörün elinde kalan kozları da oynayabilmesi için ona süre vermektir. Gerek katil diktatörün ve gerekse onun saflarında savaşan destekçilerinin vahşette iyice sınır tanımaz hale gelmeleri de kendilerine süre verildiğinin ve herhangi bir engellemeye başvurulması işareti dahi almadıklarının göstergesidir.
Emperyalizmin farklı kanatlarının asıl amacı vahşette sınır tanımayan diktatörün elindeki kozları da kullanmalarına fırsat vermek suretiyle karşısındaki direnişçileri kendilerinin dayatacağı formülleri kabullenmeye ve birtakım pazarlıklara razı etmektir. Çünkü emperyalizm, Suriye'deki dikta rejiminin tamamen çökmesinin, bütünüyle devre dışı bırakılmasının gerek kendilerinin bölgeyle ilgili hesapları, gerek son derece önem verdikleri ve geleceğini her zaman sağlama almak istedikleri siyonist işgal devletinin geleceği, gerekse bölgedeki diğer dikta rejimlerinin devamı açısından tehlike arz ettiğini biliyorlar.
Ne kadar ilginçtir ki siyonist işgale karşı "direniş hattı (!)" olduğu için yüz binlerce insanın, kundaktaki bebeklerin, silahsız zavallıların kanıyla beslenmesinde sakınca görülmeyen hattın kalmasını, iddianın sahiplerinden ziyade işgalci siyonist istiyor. Bu durum karşısında şu soruyu sormak gerekiyor: 1967'den beri işgal altında tutulan topraklarını geri almak için işgalcinin üzerine bir mermi dahi sıkmayan dikta rejimi gerçekte işgalciye karşı mı yoksa onun hesabına mı direniş hattını oluşturuyor? Cevaplandırılması gereken bir diğer önemli soru da şu: Suriye'de insanlarımızı katleden vahşi canavarların hâkimiyetinin sürmesinde ısrarlı ama görünüşte karşıt cephelerde yer alan güçler bu hadisede aynı hatta birleşmiş olmuyorlar mı?
Suriye'de zulme karşı başkaldırı dönüşü olmayan bir yoldur. Çünkü dönüş, zulüm rejiminin sonlandırılması için verilen mücadeleden çok daha büyük tehlikeler taşıyor. Üstelik bu zulme karşı verilen onurlu mücadelenin taşıdığı tehlikelerin yol açacağı sonuç ölüm de olsa gerçekte bir kayıp değildir. Ama zulme başkaldıranların haklarından ve davalarından taviz vererek göze alacakları tehlikelerin doğuracağı sonuçlar gerçek anlamda kayıp olacaktır. İki yıldan fazla zamandır büyük zayiata rağmen özgürlük ve hak mücadelesinin kararlılıkla sürebilmesi de bu sebepledir. Dolayısıyla dikta rejimini kaybetmemek için her türlü hunharlığa onay veren hatta ortak olan güçler aslında kendileri kaybediyorlar. En başta haklarındaki olumlu kanaatlerin tamamen değişmesiyle geri almaları mümkün olmayan büyük kayıplar vermişlerdir.