Zihinlerden Silinmemiş Tarih

Nisan 2013, Vuslat

Giriş

Yazılı tarihi, aynı zamanda geniş kitlelerin zihinlerine yazılan önemli ve etkili olaylar şekillendirir. Bu olaylar, bizzat şahit olanların veya gerçekleştiği dönemleri yaşayanların zihinlerinden hayatta kaldıkları sürece silinmez.

Geçtiğimiz Mart ayı içinde yakın tarihte yaşanmış bazı önemli olayların yıl dönümünü idrak ettik ve bu münasebetle zihinlerimizdeki hatıralara geri döndük. Bu olayların bazıları artık tarihte kalmış gibi görünse de güncelliğini koruyor. Çünkü hâlen yaşanmakta olan olaylara ışık tutuyor.

Biz de bu ayki yazımızda yıl dönümlerini idrak ettiğimiz bazı önemli olaylara temas etmek suretiyle henüz zihinlerden silinmemiş olan yakın tarihe biraz uzanarak hatıraları tazelemek ve bu olaylardan yola çıkarak günümüzde yaşanan gelişmelere ışık tutmak istedik.

Suriye Direnişi Üçüncü Yılında

Suriye'de Baas zulmüne karşı başlatılan kararlı direniş 15 Mart 2013 tarihinde iki yılını tamamlayarak üçüncü yılına girdi. Tunus'ta patlak veren hadiseyle birlikte Arap dünyasındaki dikta rejimlerine karşı başlatılan devrimlerin en uzun süreni de Suriye'deki direniş oldu. Diğer ülkelerdeki ayaklanmaların diktatörleri devirmesi bu kadar uzun sürmediği için Suriye'dekinin neden bu kadar uzun sürdüğü hakkında zihinlerde çeşitli soru işaretleri oluşuyor. Ancak aynı zamanda bu ülkedeki direnişe karşı bütün emperyalist güçlerin, Arap dünyasındaki mevcut dikta rejimlerinin ve kendini "İslâm Cumhuriyeti" olarak tanımlayan İran'ın Baas zulmüne destek vermelerine, doğrudan ya da dolaylı yollarla yardımcı olmalarına rağmen karşısındaki direnişin nasıl bu kadar kararlılıkla direnebildiğini ve geri adım atmadan sürekli zulüm rejiminin merkezine doğru ilerleyebildiğini de sormak gerekir.

Suriye'deki dikta rejiminin şimdiye kadar ayakta kalabilmesi kendi gücüne değil ona dışarıdan destek verenlerin özellikle de hak mücadelesinin önünü kesmek amacıyla Baas rejimi etrafında onu himaye amacıyla bir ihanet çemberi oluşturan işbirlikçilerin yardımına dayanıyor. Bu işbirlikçiler sadece içerideki vahşi katliamlara silah ve savaşçı yardımı yapmakla kalmadı aynı zamanda dışarıda oluşturdukları yalancı medya ağı vasıtasıyla katilleri temize çıkarıp meşru mücadele verenleri karalamak, onları suçlu göstermek için yoğun propaganda faaliyetleri yürüttüler. Ancak artık yalancılıkları iyice ortaya çıkmıştır ve çuvala sokmaya çalıştıkları mızrak her taraftan görünmektedir. Direnişçiler de zafere doğru ilerleme konusundaki kararlılıklarından vazgeçmeyecektir. Çünkü bu yol geri dönüşü olmayan bir yoldur.

Halepçe Katliamını Unutmadık

Irak'ın eski diktatörü Saddam Hüseyin, İran - Irak Savaşı'nda Halepçe ahalisinin İran'a destek verdiği iddiasında bulunarak 16 Mart 1988 tarihinde bu beldenin ahalisine yönelik olarak yasaklı kimyasal ve biyolojik silahlar da kullanarak geniş çaplı katliam gerçekleştirdi. 16 Mart 2013 tarihi de henüz zihinlerde tazeliğini koruyan o korkunç katliamın 25. yıl dönümüydü. Bu katliamda 44 bine yakın insan hayatını kaybetti. Bunların da en az 6500'ü savaşlarda bile kullanılması uluslararası sözleşmelerle yasaklanmış olan kimyasal ve biyolojik bombalarla zehirlenerek ya da yanarak öldü. 60 binden fazla insan yaralandı. Bunların önemli bir kısmının yaralanması kalıcı sakatlığa dönüştü.

Halepçe'de o vahşi katliamı gerçekleştiren Baas diktasının Suriye versiyonu bugün Suriye'nin Halep'ten Der'a'ya, Humus'tan Lazkiye'ye her tarafını ateş yağmuruna tutuyor. Her gün yüzlerce insanı katlediyor. İnsanları aç ve perişan bırakmak suretiyle teslim olmaya zorlamak için fırınlarını imha ediyor. Ama Saddam'ın Halepçe'de gerçekleştirdiği vahşeti reddettiğini söylerken ve bu katliamda şehit edilenler için anıt dikerken, bugün Suriye'de Baas diktatörüne her türlü desteği veren, Müslüman kadınların ırzlarına tecavüz eden Şebbiha çeteleriyle omuz omuza savaşmaları üzere Devrim Muhafızlarını gönderen İran'ın tavrını ilkesel açıdan hiçbir yere oturtmak mümkün değildir.

Onuncu Yılında Irak İşgali

11 Eylül 2001'de New York'taki İkiz Kuleleri hedef alan saldırıyı gerekçe göstererek Afganistan'ı işgal eden ABD, İslâm coğrafyasına yönelik olarak başlattığı işgal planını sürdürmek amacıyla hemen ardından da Irak'ı hedefine yerleştirdi. 20 Mart 2003 tarihinde de bu ülkeye yönelik işgal saldırılarını başlattı.

İlginçtir ki Halepçe'de gerçekleştirilen öylesine korkunç bir katliamda Saddam'ın silahlarını sorgulama ihtiyacı duymayan ABD ve onun yönlendirdiği BM, daha sonra Irak işgalini planlayınca kendilerine gerekçe bulabilmek için bu ülkeye üst üste denetleme heyetleri gönderdiler. Gönderilen heyetlerin, Irak'ın nükleer silah deposuyla ilgili iddiaları ispata yarayacak bir delil ortaya koyamamalarına rağmen emperyalist güçler savaş konusundaki ısrarlarından vazgeçmediler. Sonunda, Saddam'ın yıllardan beri devam eden dikta rejimini görmezden gelen ABD ve onun güdümündeki "Uluslararası Güçler Koalisyonu" bu diktayı bahane ederek Irak'ta demokrasiyi hâkim kılma iddiasıyla harekete geçti.

Emperyalizmin sözde demokrasi çıkartmasında Irak'ta bir milyondan fazla insan katledilirken beş milyondan fazla çocuk da yetim kaldı. Savaştan bedensel veya psikolojik olarak etkilenmeyen bir tek Iraklı kalmamıştı. Yüz binlerce bina yıkıldı, milyonlarca insan yurdunu terk etmek zorunda kaldı.

Fakat vatanlarının işgal edilmesine, kadınlarının iffetlerinin kirletilmesine ve onurlarının ayaklar altına alınmasına razı olmayan direnişçiler bütün zorluklara rağmen işgale karşı kararlılıkla mücadele etti. Bu mücadele Uluslararası Güçler Koalisyonu'na katılan devletleri teker teker çekilmeye zorladı. Sonunda yalnız kalan ABD de askerlerini tamamen çekmek mecburiyetinde kaldı.

Ne var ki Irak'ta bir yandan işgale karşı onurla mücadele edenler olduğu gibi bir yandan da bazı çıkar hesaplarıyla onlara yardımcı olan yerli işbirlikçiler vardı. İşgalci ABD de askerî yönden çekilirken siyasi işgalini onlar vasıtasıyla sürdürüyor.

Şimdi Irak'ta siyasi işgal ABD ve İran'ın ortak adamı durumundaki Nuri el-Maliki ve kadrosu vasıtasıyla sürdürülüyor. Maliki bir yandan ABD'nin çıkarlarını korumaya çalışırken bir yandan da İran'ın Irak'la ilgili politikalarını fiiliyata geçirmeye gayret ediyor. Bu amaçla ülke genelinde kadrolaşma gerçekleştirmeye çalışıyor.

Halk ise dün işgale karşı mücadele ederken bugün de yerli işbirlikçilere karşı mücadele etme ihtiyacı duyuyor. Fakat bu mücadelede Suriye'deki direnişin zaferi belirleyici bir etken olacaktır. Nuri el-Maliki'nin ve onun arkasında duran İran'ın Suriye'deki direnişin zaferiyle ilgili endişeleri de biraz bundan kaynaklanıyor.

Şehit Ahmed Yasin'i Anarken

ABD'nin Irak'ı işgalinin üzerinden bir yıl geçtikten sonra, 22 Mart 2004 tarihinde de Filistin'de direnişin, hak ve özgürlük mücadelesinin önderi Şeyh Ahmed Yasin şehit edildi. Ahmed Yasin, itikaf amacıyla gece kaldığı bir camide sabah namazını kılıp çıkmasından sonra işgal devletinin o zamanki başbakanı Ariel Şaron tarafından planlanan bir suikastla havadan uçaklarla atılan roketlerle hedef alınarak şehit edildi. Şeyh Yasin'in bütün vücudu felçli olduğundan tekerlekli arabayla gezdiriliyordu ve o gün de camiden yine bu arabasıyla çıktığı sırada işgalci siyonistlerin roketlerine hedef olmuştu.

Şeyh Ahmed Yasin, Filistin'de İslâmî hareketin önde gelen şahsiyetlerinden ve Filistin İslâmî Direniş Hareketi (Hamas)'ın kurucusuydu. Fakat Filistin topraklarının işgalden kurtarılması mücadelesinde bütün direniş gruplarıyla ilişki içinde olan o yüzden bütün direniş grupları nezdinde saygınlığa sahip karizmatik bir şahsiyetti.

Direnişteki etkileyici rolünden dolayı işgalciler tarafından değişik zamanlarda zindana atıldı. Ancak zindan dönemlerinde işgalcilerin kendisiyle yaptığı hiçbir pazarlığı kabul etmemiş, siyonist işgali muhatap saymadığı için onun ileri süreceği hiçbir şarta razı olmayacağını dile getirmiştir.

Rachel Corrie'nin İnsanlığa Mesajı

Rachel Corrie, Amerikalı bir yahudi aileye mensup ancak Filistin'e giderek orada siyonist işgale karşı, işgalcilerin mağdur ettiği Filistinlilerin haklarını savunan ve o yüzden genç yaştayken İsrail buldozerleriyle ezilen bir genç kızdı. 1979 doğumlu bu genç kız henüz 24 yaşındayken 16 Mart 2003 tarihinde Gazze'de işgalcilerin buldozerleriyle son derece vahşi bir yöntemle ezilerek öldürüldü. Öldürülmesinin sebebi ise işgalcilerin Filistinlilerin arazilerini düzleyerek ağaçlarını imha etmelerine itiraz etmesi, tepki göstermesi ve engel olmaya çalışmasıydı.

Rachel Corrie'nin sergilediği tavır, insan fıtratının aslında zulme ve haksızlığa razı olmadığını, fıtrî değerlere göre düşünen bir insanın haksızlıkları kabul etmediğini ortaya koymaktadır. Onun sergilediği tavır aynı zamanda tüm insanlığa verilmiş bir mesajdı. Corrie sergilediği tavırla sadece siyonist zulme ve haksızlığa değil bu haksızlığa sessiz kalınmasına karşı da tepkisini ortaya koymuştu. Ama ne yazık ki sesini özellikle de ülkesinde çok fazla kimseye ulaştıramadı.

Corrie'nin böylesine hunharca ezilerek katledilmesi ise siyonist işgalcinin gerçek kimliğini ortaya koymuştur. İşgalcinin karşısında bu kez, onun en iyi siyasal ilişkiler içinde olduğu ABD'nin bir vatandaşı ve üstelik siyonist devletin ideolojik kimliğini şekillendirmede öne çıkardığı dine mensup bir ailenin ferdi vardı. Ama bunların hiçbiri onu engelleyemedi. İşlediği zulümde ayağına takılan kim olursa olsun ezeceğini ve insaf etmeyeceğini ortaya koydu.

Normalde vatandaşlarından herhangi bir kişinin mağdur edilmesi karşısında bütün dünyayı ayağa kaldıran ve haksızlık eden tarafa karşı gerek görürse savaş bile başlatan ABD, işgalci siyonistin gerçekleştirdiği korkunç cinayette öldürülen kişinin kendi vatandaşı olduğunu görmek bile istemedi. Corrie'nin ailesinin açtığı davada da ABD mahkemesi işgalci siyonist devleti haklı buldozerlerle ezilen genç kızı ise haksız çıkardı.

Tarihe Yazılan İhanetler ve Camp David Anlaşması

Müslümanların tarihine baktığımızda içerideki ihanetçilerin dışarıdan saldırı düzenleyen düşmanlardan daha büyük zararlar verdiğini görürüz. Bugün İslam dünyası üzerinde emperyalist politikaların rahatça uygulanıyor olmasının sebebi de yine yerli ihanetçilerdir. Kendilerini Müslüman halktan gördüğümüz bu ihanetçiler gerçekte çağdaş emperyalizmin temsilcileri gibi çalışmaktadırlar.

Bazı önemli ihanetler de tarih sayfalarından silinmesi mümkün olmayan birer karar leke niteliğindedirler. İşte bunlardan biri de eski Mısır diktatörü Enver Sâdât'ın imzalamış olduğu Camp David Anlaşması'dır. Bu anlaşmanın son şekli yahudi asıllı eski ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger'in yürüttüğü yoğun diplomatik faaliyetlerden sonra 26 Mart 1979 tarihinde ABD'nin Camp David şehrinde imzalanmıştır.

Anlaşmanın en önemli özelliği Filistin toprakları üzerindeki siyonist işgalin ilk kez bir Arap ülkesi tarafından meşrulaştırılması, işgal devletinin resmen tanınması ve onunla diplomatik ilişki içine girilmesi sonucunu doğurmasıdır.

Arap ülkelerinin o tarihteki yönetimleri görünüşte anlaşmayı reddetmiş ve Mısır'ı boykot etmişlerdir. Ancak bu konudaki tutumları çok uzun sürmedi. Çünkü samimi değillerdi. Aksine anlaşmanın kendilerinin de önlerini açmasından memnundular. Böyle bir anlaşmayla kendilerine kapının açılması beklentisi içinde olduklarını da daha sonra izledikleri politikalarla ve imzaladıkları bazı anlaşmalarla ortaya koydular.

Emperyalizmin Demokrasi Anlayışı ve Hamas Hükûmeti

Çağdaş emperyalizmin ve onun güdümündeki politik sistemlerin, siyasi mekanizmalarını meşrulaştırmada sıkça başvurdukları demokrasi konusundaki ikiyüzlülüklerini Cezayir'den ve birçok İslam ülkesinden sonra Filistin'de de gördük.

Filistin'de 2005 ve 2006'da kademeli olarak gerçekleştirilen seçimlerde büyük destek alan Hamas, parlamentoda yeterli çoğunluğu elde etmesine rağmen önce Fetih'le ortak hükûmet kurmak için uğraştı. Ama ABD ve İsrail'in baskılarına boyun eğen Fetih böyle bir koalisyona yanaşmayınca Hamas müstakil olarak 22 Mart 2006 tarihinde hükûmetini kurdu. İşgalci siyonist devlet, onun arkasında duran ABD ve uluslararası emperyalizmin diğer kanatları Hamas hükûmetini kıskaca almak için her yola başvurdular. En son ekonomik ambargo başlattılar ve Abbas'ın adamlarının Haziran 2007'de çıkardıkları fitnenin ardından Gazze'yi terk etmeleri üzerine bu bölgeye, çocuk mamalarının ve zorunlu ilaçların bile girmesini engelleyecek derecede sıkı bir ambargo uygulamaya başladılar.

Arap dünyasındaki halk hareketlerinden sonra Mısır'da yönetimin değişmesi ve işgal devletinin Kasım 2012'de gerçekleştirdiği saldırıda direnişçilerin kararlı mücadelesine yenilerek ateşkesi talep etmesi ve sağlanan ateşkes anlaşmasında ambargo uygulamasını kademeli bir şekilde kaldırmayı kabul etmesi üzerine şimdi hafiflemiş durumdadır. Ancak henüz özellikle de ticari ambargonun tamamen kaldırıldığı söylenemez.

Türkiye'den dokuz kişinin şehit edildiği Mavi Marmara gemisi de bu ambargoyu yarmak ve Gazze halkına insanî yardım götürmek amacıyla yola çıkmıştı.