Türkiye'nin Dış Politika Atakları

5 Eylül 2008 Cuma, Vakit gazetesi

Bu sıralarda Türkiye hareketli bir döneme girmiş durumda. İçeride ciddi tartışmalara yol açan ve daha da tartışılacağı anlaşılan, bazılarını rahatlatan ama hukukun her türlü baskıdan bağımsız bir şekilde işlemesi gerektiğini savunanların da eleştirilerine maruz kalan skandal gelişmeler yaşanıyor. Aynı gelişmelere paralel olarak dış politikada da önemli diplomatik ataklar, görüşmeler ve ziyaretleşmeler gerçekleştiriliyor. Önemli olmakla birlikte bu atakların hepsinde isabetli adımlar atıldığını söylemek pek mümkün değil. Söz konusu diplomatik ataklarda daha çok pragmatist yaklaşımın öne çıktığı müşahede ediliyor. Ama gelişmeler ve irtibatlar Türkiye'nin bölgedeki diplomatik hareketlilikte önemli bir konumda olduğunu ve etkileyici bir güç haline geldiğini göstermektedir. Bu konum ve güç iyi değerlendirilir, maslahatın yanı sıra ilkeler de dikkate alınırsa ileriye dönük önemli yatırımlar yapılması söz konusu olabilir. Çünkü dünya genelinde güç dengelerinin değişeceği ve tek kutuplu dünya planının artık tamamen çöktüğü, yeni yapılanmada muhtelif güç merkezlerinin oluşacağı anlaşılıyor.

Geçtiğimiz günlerde Rusya Dışişleri Bakanının Türkiye ziyareti oldu. Çok geçmeden Suriye'nin başkenti Şam'da diyalog konulu bir zirve düzenlendi ve Başbakan Tayyib Erdoğan da bu zirveye katılmak üzere oraya gitti. KKTC Cumhurbaşkanı Talat'ın Ankara ziyareti ve ardından Rum yönetimi Cumhurbaşkanı Hristofyas ile bir araya gelmesi Kıbrıs konusunda yeni bir çözüm arayışı dönemine girildiğini gösteriyor. Bu arada Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün Ermenistan Cumhurbaşkanının maç izleme davetini kabul etmesi önemli bir gelişmeydi. Biz de bugünkü ve müteakip yazımızda bu gelişmelerin tahlilini yapmaya çalışacağız.

Gürcistan Cumhurbaşkanı Saakaşvali'nin hiçbir tutarlı yanı olmayan saldırısına Rusya'nın saldırıyla karşılık vermesi üzerine ortaya çıkan krizle bağlantılı gelişmelerde Türkiye'nin izlediği politikanın Moskova'yı rahatsız ettiği gayet açıktı. Moskova yönetimi bu rahatsızlığını çeşitli şekillerde belli ettiği gibi ortaya çıkan gümrük kapıları sorunuyla da zaten iyice dışa vurdu.

Moskova'nın rahatsızlığının iki önemli sebebinin olduğu biliniyor. Birincisi NATO savaş gemilerinin Karadeniz'e geçmesine imkân tanınması. İkincisi de Türkiye'nin krizde özellikle de Gürcistan'ın toprak bütünlüğü tartışmasında Batı ile aynı paralelde hareket etmesi.

NATO gemilerinin Karadeniz'e geçirilmesinde teşkilatın kullandığı gerekçenin inandırıcı olmaktan son derece uzak olduğu ortadadır. İnsanî yardım taşımak için savaş gemilerinin kullanılması tehdidi kapıya taşımak için "Karaman'ın koyunu" oyununa bile başvurma ihtiyacı duyulmaması anlamına gelir. Ama NATO ülkesi Türkiye'nin söz konusu gemilerin Karadeniz'e geçmesini engellemesi acaba ne kadar mümkün olacaktı?

Gürcistan'ın toprak bütünlüğü konusunda Batı ile aynı paralelde hareket etmesi Türkiye'nin kendi maslahatıyla ve dış politikasıyla da doğrudan ilgilidir. Bunu makul karşılamak gerekir. Fakat bir ülkenin toprak bütünlüğünün o ülkedeki halkların ve onların haklarının bütünlüğüyle birlikte düşünülmesi gerektiği de unutulmamalıdır. Günümüzde ülkelerin toprak bütünlüğü kutsanırken bunun muhafazası için bazı etnik ya da dinî unsurlara karşı demir sopa kullanılması görmezden geliniyor. Gürcistan'ın toprak bütünlüğünü tehlikeye sokan da zaten kendisinin bu demir sopa politikasıdır. Aslında toprak bütünlüğü konusunda riskler yaşayan birçok ülkede sorunun temeline inildiğinde bu politikayla karşılaşılacaktır.

Türkiye'nin, Rusya'nın Kafkasya'da hâkimiyet alanını genişletme politikalarına karşı kendi maslahatlarını gözetmesi ve Gürcistan'ın toprak bütünlüğünden yana tavır takınması makuldür. Ama Saakaşvili yönetiminin ayrımcı politikalarını görmeme konusunda genelde Batı'yla özelde AB ile aynı paralelde hareket etmesi de gerekmez. Hatta sadece Güney Osetya ve Abhazya halklarının değil Acara Özerk Bölgesi'nde mağdur edilen Müslümanların haklarına da sahip çıkmak ve Tiflis'in ayrımcı politikalarına tepki göstermek suretiyle farklılığını ortaya koyabilmelidir. Bu konuda göstereceği açık tavırlılığın Türkiye'yi sıkıntıya sokacağını da sanmıyoruz.

Rusya, zikrettiğimiz sebeplerden dolayı rahatsızlığını belli ettiyse de Türkiye'yle köprüleri atmak ve siyasi kriz içine girmek istemiyor, aksine Türkiye'den bir köprü olarak yararlanmak istiyordu. Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov'un hem ikili hem de bölgesel sorunları görüşmek ve çözüm arayışına girmek için Türkiye'yi ziyaret etmesi de bunu gösteriyor.

Değişim Sürecinde Türkiye

6 Eylül 2008 Cumartesi, Vakit gazetesi

Bundan önceki yazımızda tek kutuplu dünya teorisinin çökmesinden sonra yeni güç merkezlerinin oluştuğunu dile getirmiştik. Bu yarışta Türkiye'nin de bir bölgesel güç merkezi olma çabası içine girdiği bir gerçektir. Fakat bu çabasında kendi politikasını bağımsız ve özgür iradeyle belirlemesi, edilgen değil etken güç olmaya çalışması gerekir.

Suriye'nin başkenti Şam'da Suriye, Türkiye, Fransa ve Katar liderlerinin katıldığı, "diyalog" konulu bir dörtlü zirve gerçekleştirildi. Kastedilen belki bölgedeki sorunların çözümünde diyalog metodunun genel anlamda etkin bir şekilde kullanılmasıydı. Fakat özel anlamda üzerinde durulan husus Siyonist işgal devletiyle Suriye arasındaki sorunların çözümü için diyaloğun aktif olarak devreye sokulmasıydı. Türkiye'nin bu amaçla bir arabuluculuk başlattığı biliniyor. Biz bu arabuluculuk hakkında daha önce değerlendirmelerde bulunduğumuz için aynı şeyleri tekrar etmeye gerek görmüyoruz. (Konuyla ilgili yazılarımızı Web sitemizden yani www.vahdet.com.tr adresinden okuyabilirsiniz.)

Zirvenin, Lübnan Cumhurbaşkanı Mişel Süleyman'ın Şam ziyaretinden ve bu iki ülke arasında zikre değer bir yakınlaşmanın gerçekleşmesinden sonra düzenlenmesi Suriye'nin bölgeyle ilgili ataklarda ilgi odağı olmasını göstermesi açısından dikkat çekiciydi. Fakat benzer bir yakınlaşmanın Suriye ile İsrail işgal devleti arasında gerçekleşmesi ve diyaloğun gerçekten çözüm metodu olarak işe yaraması mümkün müdür?

Siyonist devlet, Suriye toprakları üzerinde haksız bir işgal gerçekleştirmiştir ve bu işgalini yine haksız bir şekilde sürdürüyor. Yıllardan beri de bu toprakları bir rehine olarak kullanmak suretiyle Suriye'yi bir şeylere zorlamak için gasp ve işgali değerlendirmeye çalışıyor. Oysa yapması gereken herhangi bir karşılık talep etmeden işgale son vermesidir. Ama Siyonist devlet, işgal altında tuttuğu toprakları rehine olarak kullanma politikasından vazgeçmiş değildir ve buna niyetli görünmüyor. Aracılık yapmalarını istediği ülkelerden talebi de Suriye'yi, kendinden istenenleri kabule ikna etmektir.

Gerek bölgesel ve gerekse uluslararası çapta son dönemde meydana gelen gelişmeler Suriye'nin bileğini biraz daha güçlü hale getirmiş gibi görünüyor. Ayrıca işgal devletinin taleplerinin kabul edilmesi durumunda Suriye'deki yönetimin gerek kendi halkı nazarında ve gerekse bölgesel düzeyde kaybedecekleri Siyonistlerin işgali altındaki topraklarını geri almakla kazanacaklarından fazla olacaktır. Dolayısıyla "diyalog" ve arabuluculuk çabalarından kısa vadede bir şey elde edileceği pek mümkün görünmüyor.

Türkiye'nin yapması gereken de işgal devletinin taleplerini karşı tarafa iletmekle kalmak değil hukukun işlemesi ve Siyonist gaspın hukuk kurallarına göre son bulmasının sağlanması için aktif rol oynamak olmalıdır.

Kıbrıs'ta son günlerde yaşananlar yeni bir çözüm arayışı dönemine girildiğini gösteriyor. Ben de geçtiğimiz hafta bir hafta boyunca Kıbrıs'taydım. Fakat mübarek Ramazan ayını karşılıyor olmamız sebebiyle o konuda yazılar göndermeyi tercih etmiştim.

Şunu özellikle vurgulamak gerekir ki Kıbrıs konusunda birtakım ideallerin öne çıkarılması vakıayı değiştirmiyor. Son gerçekleştirdiğim ziyarette de Kıbrıs'ta vakıanın dünden bugüne değişmediğini ve iyiye doğru da gitmediğini müşahede ettim. Ama burada son dönemdeki gelişmelere işaret etmekle yetinmek zorunda olduğum için vakıayla ilgili tespitlerimize yer veremeyeceğiz. Belki bunları bir başka vesileyle dikkatlerinize sunmaya çalışırız.

Türkiye'nin Kıbrıs'a önemli harcamalar yapmasına rağmen insana yatırımı ihmal ettiği inkârı mümkün olmayan bir gerçektir. Bunda oradaki yönetimin yanlış yönlendirmelerinin ve kasıtlı uygulamalarının da büyük payı var.

Kıbrıs'ta şimdi her iki tarafın da kesin ve kalıcı bir çözüme ihtiyacı var. Buna sadece oradaki taraflar değil Türkiye ve AB de ihtiyaç duyuyor. Bu yüzden Rum tarafının çözüme dünkünden daha yakın durduğunu söyleyebiliriz. Ayrıntılar üzerinde belli bir zaman süreci içinde ittifak sağlanabilir. Türkiye'nin garantörlüğünden ise ne Kıbrıs'taki Türk tarafı ne de Türkiye vazgeçecektir.

Bölgesel güç merkezi olma çabası içindeki Türkiye'nin Ermenistan'la arasındaki meseleleri konuşması da ihtiyaç haline gelmiştir. Buna Ermenistan'ın daha fazla ihtiyacı var ve farkında olduğunu sanıyoruz. O sebeple Erivan'daki yönetimin Türkiye Cumhurbaşkanını daveti, onun da kabul etmesi önemli bir gelişmedir. Bu ziyaretle birlikte meselelere biraz daha yakın çerçeveden bakılması için adım atılmış olmaktadır.

lmaktadır.