13-15 Ekim 2005, Vakit gazetesi
Bu sıralarda gündemde olan önemli bir konu da Irak'ta Anayasa referandumuyla ilgili tartışmalardır. Bu ülkede 15 Ekim Cumartesi günü yani yarından sonra gerçekleştirilecek referandum ile Anayasa taslağı halkın oyuna sunulacak. Biz de Allah'ın izniyle bugünden başlayarak söz konusu Anayasa taslağıyla ilgili tartışmalar hakkında bazı bilgiler vermek istiyoruz.
Irak'taki Sünni oluşumlar Anayasa taslağını reddetme kararı almışlardı. Ancak daha sonra yapılan bir anlaşma sebebiyle bu kararlarından vazgeçtiklerini bildirdiler. Aslında normalde üzerinde tartışmalar olan ve reddedilen taslak metinde önemli bir değişiklik yapılmış değil. Fakat anladığımız kadarıyla özellikle Sünni cemaatin başta gelen siyasi akımı durumundaki el-Hizbu'l-İslâmî (İslâmî Parti)'nin kararını değiştirmesinin sebebi, anayasa metninde referandum sonrasında parlamento kararları vasıtasıyla değişiklik yapılmasına imkân tanınmasının kabul edilmesi. Normalde bu da çok önemli bir kazanç sayılmaz. Ne var ki durum, Anayasa taslağının onaylanmasının çok kuvvetli bir ihtimal olduğunu gösteriyor. Çünkü Şiî cemaatlerin dinî lideri Ali Sistani, Şiîlerden referandumda mutlaka oy vermelerini ve "evet" demelerini istiyor. Irak'taki Kürt halkının önemli bir kısmını arkasından sürükleyen Barzani ve Talabani gruplarının da onaylayacakları biliniyor. Bu durumda sadece Sünni Arapların ve Sünni Türkmenlerin red oylarıyla Anayasa'nın reddedilmesi mümkün görünmüyor. İşte bundan dolayı bizim tahminimize göre el-Hizbu'l-İslâmî "red" konusundaki ağırlığını referandumda değil de referandum öncesi pazarlıkta kullanmayı tercih etmiş olabilir. Bunun için de en azından, Anayasa'da değişiklik yapılmasını zorlaştıran prosedürlerin kaldırılması ve bu işlemin referandum sonrasında gerçekleştirilecek seçimlerle oluşturulacak parlamento kanalıyla da yapılmasına imkân verilmesi için pazarlık yaptığı anlaşılıyor. Ancak bu konuda biz bu yazıyı yazarken henüz kesin sonuca varılmış değildi ve mevcut parlamento söz konusu değişikliğe imkân verecek yeni düzenlemeleri tartışıyordu.
Aslında Irak'taki mevcut Anayasa taslağı ABD işgalinin gölgesinde ve güdümünde hazırlandığından Irak halkının özgür iradesini yansıtmamaktadır. Zaten tartışmanın temel noktasında da bu var. Yine aynı sebepten dolayı Anayasa taslağının onaylanması da Irak üzerindeki gayri meşru işgalin ve onun şekillendirdiği kukla yönetimin onaylanması gibi algılanmaktadır. En azından Amerikan emperyalizmi siyasi çevreleri ve toplum psikolojisini böyle bir yaklaşıma doğru yönlendirmeye çalışıyor. Direniş gruplarının Anayasa'nın onaylanmasına hatta bu amaçla düzenlenecek referandumda oy verilmesine şiddetle tepki göstermelerinin temelinde bu sorun var.
Fakat bu ilkesel sorunun yanı sıra taslakla ilgili ihtilaflar ve itirazlar da bulunmaktadır. Biz bunların bilinmesinde yarar olduğunu düşündüğümüzden bugünkü ve müteakip yazımızda bu konular üzerinde duracağız inşallah.
İhtilaf sebeplerinden biri federal yapılanmadır. ABD emperyalizminin Irak'ta bölünmenin toplumsal alt yapısını oluşturma amaçlı faaliyetleri eskiye dayanır. Bunları pratiğe geçirme çalışmaları ise Saddam'ın akıl dışı Kuveyt işgali yüzünden kendini örümcek ağında bulması sonrasında gerçekleştirilen Körfez savaşının hemen ardından başladı. ABD, kuzeyden ve güneyden belli hatlar belirleyerek Saddam'ın uçaklarına buralarda uçuş yasağı getirdi. Kuzeyde Kürtlerin yoğun olduğu bölgelerde ise Bağdat yönetiminin kontrolü tamamen sona erdi. Böylece o bölgede zaten ismi belirlenmemiş bir müstakil yapı oluşturulmuş oldu. Ancak oralarda ABD'nin askeri araçları ve gerek ABD'nin gerekse işgalci siyonist devletin istihbarat elemanları rahatça cirit atabiliyorlardı. Bu konuda hem Barzani'yle hem de Talabani'yle işbirliği içinde oldukları biliniyordu.
Şimdi ABD aslında istese Irak Kürdistanı olarak da isimlendirilen Kuzey Irak'ta bağımsız bir devlet kurdurabilir. Ancak böyle bir şeye en başta bölgedeki gruplar razı değil. Ayrıca böyle bir devletin istikbalinin garantiye alınması imkânının olmayacağını ABD de biliyor. Çünkü o bölge Irak'tan ayrılması durumunda ülkenin doğal kaynaklarından ve ekonomik imkânlarından mahrum kalacak. O durumda ekonomik yönden ciddi sıkıntılar içine girecek. Çünkü ayakta kalmasına yetecek imkânlara sahip değil. Sanayi ve iş imkânları yönünden de çok geri. Bölgenin en önemli gelir kaynağı olan tarım ise çoğunlukla ilkel usullerle sürdürülüyor. İşte bu yüzden, bağımsız bir devlet yerine özerk yönetimi tercih etmektedirler. Ama nasıl bir özerk yönetim? Özetle söylemek gerekirse: O Bağdat'a karışacak, Bağdat ona karışamayacak. O merkezi yönetimin maddî imkânlarına ortak olacak, ama merkezî yönetim onun imkânlarına ortak olamayacak.
Federal yapılanmayla ilgili tartışma noktalarından biri de ayrımcılığı köklü hale getirmesi. Amerikan emperyalizmi ülkede parçalanmanın kazığını sağlam çakmak için tüm farklılıkları değerlendirmeye çalışıyor. Önce mezhebi farklılığı değerlendirerek Şiî - Sünni diye ayırıyor. Sonra onları da kendi içlerinde küçük parçalara bölmek için etnik farklılıkları değerlendirerek Kürt - Arap - Türkmen diye üç temel unsura bölüyor. Federal yapılanmayı da işte bu farklılıkların, söz konusu unsurlar arasına kalın çizgiler çizmek ve birbirleriyle irtibatlarını azaltmak için değerlendirilmesine imkân verecek biçimde şekillendirmek istiyor. Bu tarz bir yapılanmanın ileride menfaat çatışmasına sebep olacağını ve söz konusu unsurların kaynaşmasını engelleyeceğini hesaplamış olması da kuvvetle muhtemeldir.
Sünnî cemaati temsil edenler, üç vilayetten meydana gelecek Kürdistan bölgesinin özerk olmasını, ancak bu bölgenin de imtiyazlı değil normal bir özerk yapıya sahip olmasını, diğer bölgelerde ise federal yapının değil vilayet sisteminin hâkim kılınmasını istiyorlar. Şiî cemaatten Mukteda es-Sadr grubu da aynı görüşü savunuyor.
Bu konuyla ilgili tartışmalar sebebiyle Kürdistan dışındaki bölgelerde özerk yapı oluşturulması hususu Anayasa'da muallakta bırakılıp, bir sonraki dönemde oluşturulacak parlamentonun görevleri arasında zikredildi. Fakat ilgili maddelerde Anayasa'nın kabul edilmesinden sonra iş başına gelecek parlamentonun federal yapılanmayla ilgili yasal düzenlemeleri yapması gerektiği yönünde bir dil kullanıldı. Ayrıca merkezi yönetimle ilgili organlarla bağlantılı olarak sürekli "birleşik yönetim" ifadesi kullanılması ülkede bir federal yapılanmaya gidilmesinin hedeflendiğini ortaya koyuyor.
Anayasa metniyle ilgili ikinci önemli tartışma konusu Irak'ın kimliği meselesidir. Bu konuyla ilgili maddede: "Irak farklı ulusları, dinleri ve mezhepleri barındıran bir ülkedir. İslâm âleminin bir parçasıdır. İçindeki Arap toplumu da Arap ulusunun bir parçasıdır" deniyor (3. madde). Bu ifade zahiren bir sorun oluşturmuyor gibi görünüyor. Ancak metin çok kimliliği esas alırken, ülkeyi Arap dünyasından koparıp sadece ülkedeki belli bir etnik unsuru münhasıran onun parçası olarak gösteriyor. Bu ise Arap dünyasında itirazlara yol açtı.
Körfez İşbirliği Konseyi genel sekreteri Abdurrahman Atiyye bu konuyla ilgili açıklamasında Irak'ın Arap dünyasının ayrılmaz bir parçası olarak kalması gerektiğine vurgu yaparak Iraklıların bu meseleyle ilgili maddeleri yeniden gözden geçirmelerini istedi. Benzer bir talep Arap Birliği genel sekreteri Amr Musa'dan da geldi. Konuyla ilgili açıklamalarda, söz konusu maddelerin Irak'ın bütünlüğünü olumsuz yönde etkileyeceği vurgulandı.
Çok kimliliğin pratiğe taşınması konusunda da önemli ihtilaflar ve tartışmalar var. Örneğin Anayasa Arapça ve Kürtçe'yi ülkenin resmi dili olarak kabul ediyor ve resmi evrakların bu iki dille basılmasını istiyor. Bu konuda yapılan itirazlarda Kürtçe'nin Kürdistan bölgesinde resmi dil olmasının yeterli olacağı ülkenin genelinde bu dilin resmî kabul edilmesinin ve bütün vatandaşların önüne içeriği iki ayrı dille şekillenmiş resmî evraklar konulmasının tamamen yersiz olduğu dile getiriliyor. Anayasanın resmî dillerle ilgili maddelerinin ülke gerçeklerine göre değil siyasî hesaplara göre şekillendiği anlaşılıyor. Kürdistan bölgesinde Kürtçe'nin yazışma, öğretim ve medya alanında özgürce kullanılmasını engellemek ne kadar anlamsız idiyse bugün tüm ülkede bu dilin resmî evraklarda ve yazışmalarda kullanılmasını zorunlu hale getirmek de o derece anlamsızdır. Bu bir ihtiyaç olmadığı gibi bir israf olacaktır. Kürtçe'yi bu yolla popüler hale getireceklerini zannedenler de çok büyük bir yanılgı içindedirler. Bu konuda Kürt liderlerin akılcı düşünmedikleri ve kendi geçmişlerini iyi tahlil etmedikleri anlaşılıyor. Resmi evrakların ülke genelinde hem Arapça hem Kürtçe basılması yerine Kürdistan bölgesinde ayrı, Arap bölgesinde ayrı, Türkmen bölgelerinde ayrı basılması daha akılcı olurdu.
Dil konusunda Türkmenlere haksızlık edildiğini söylemek mümkün. Dil konusuyla ilgili olan dördüncü maddede: "Türkmenlerin, Süryânilerin ve Ermenilerin de çocuklarına kendi dilleriyle tahsil verme hakları vardır" deniyor. Aynı maddenin bir bendinde de: "Türkmence ve Süryânice, bu dilleri konuşanların nüfusça yoğun olduğu bölgelerdeki idarî mekanizmada diğer resmî dillerdir" deniyor. Bu bend makul bir kolaylığı getirdiği gibi bir çelişkiye de işaret etmektedir. Bazı dillerin ikincil resmî dil sayılmasında sadece nüfus yoğunluğu esas alınıyorsa ülke genelinde birden fazla ana resmi dil kabul edilmesine ne gerek var? Ülke genelinde esas alınan ölçüt sayı ise ve bir dilin resmi kabul edilmesi için o dili konuşanların böyle bir ihtiyacı doğuracak sayıda olması gerekiyorsa Türkmenlerin böyle bir kotayı aşmış olmaları gerekir.
Sonuçta dille ilgili maddelerin akılcı ve ihtiyacı esas alan bir yaklaşımla değil tamamen siyasi yaklaşımlarla şekillendirildiği anlaşılıyor.
En önemli tartışma konularından biri de ulusal servetlerin dağılımı meselesidir. Ülkenin ulusal servetinin % 97'si petrolden gelmektedir. Kürt grupları bu servetin % 50'sinin özerk bölgelerin kontrolüne verilmesini kalanının merkezi hükümetin kontrolünde halka dağıtılmasını istiyorlardı. Bu konuyla ilgili ilk yazımızda dile getirdiğimiz üzere, söz konusu grupların kuzeyde bağımsız bir Kürt devleti kurulmasını istememelerinin en önemli sebebi de zaten budur. Ancak özellikle Sünni cemaat böyle bir uygulamaya tepki gösterdi ve ulusal servetin bilhassa petrolün oluşturulacak özerk yönetimlerin değil halkın hakkı olduğunu, dolayısıyla kontrolünün merkezi yönetimin elinde olması, onun da nüfus yoğunluğuna ve ihtiyaca göre dağıtması gerektiğini vurguladılar.
Bu konuyla ilgili maddeler incelendiğinde, Kürt gruplarının taleplerini büyük ölçüde kabul ettirdikleri, ulusal servetin dağıtılması konusunda nüfus yoğunluğu ve ihtiyaçtan önce federal yapının nazarı dikkate alınmasını ön gören maddelerin Anayasa taslağına yerleştirildiği görülüyor.
İhtilaf mevzularının tümü bu kadar değil. Ancak biz şimdilik bunları zikretmekle yetinmek zorundayız.