Silahların Gölgesinde Demokrasi

Bilindiği üzere "demokrasi" rejimi "halk yönetimi" olarak tarif edilir. Halk yönetimi ise yönetilenlerin yönetenleri bizzat kendilerinin seçmesi yoluyla tecelli eder. Bir halka herhangi bir yönetim şeklini kabul ettirmek için silahların tehdit gücünden yararlanılması ise demokratik rejimlerin tanımına aykırı bir durumdur. Bir ülkede hem rejimin demokratik olduğu ileri sürülüyor hem de halkın seçimiyle işbaşına gelmiş bir yönetim kadrosuna bazı şeylerin kabul ettirilmesi için doğrudan olmasa bile dolaylı yollarla silahların tehdit gücünden yararlanılıyorsa tam bir çelişki içine düşülüyor demektir. Ama ne yazık ki bu durum İslâm ülkelerinin birçoğunun karşı karşıya olduğu bir durumdur. İslâm ülkelerine demokrasi rejimi bir Batı özentisiyle ithal edilmiş ama bu özentiye kendilerini kaptıranlar Batı tipi demokrasilere tahammül edemeyerek ilginç bir çelişki içine düşmüşlerdir. Ve böylece tarihte benzeri görülmeyen, günümüzün Batı dünyasında da kabul görmesi mümkün olmayan yeni bir demokrasi stili ortaya çıkmıştır: "Silahların Gölgesinde Demokrasi" veya "Tanklı Demokrasi".

Bugünlerde Türkiye'nin gündeminin birinci sırasında 28 Şubat 1997 Cuma günü gerçekleştirilen Milli Güvenlik Kurulu toplantısı ve adı geçen kurulun söz konusu toplantıda aldığı kararlar var. Bütün gazeteler, televizyonlar bunları konuşuyor. Milli Güvenlik Kurulu toplantısı öncesinde en çok "Refahyol hükümetine karşı askeri darbe yapılıp yapılmayacağı" konusu tartışılıyordu. Ancak toplantıda ortaya çıkan durum neticesinde askeriyenin ileri gelenlerinin darbeye başvurmaktansa kendilerinin darbe yoluyla yapamayacaklarını Erbakan'a yaptırma arzusu taşıdıkları anlaşıldı.

28 Şubat 1997 tarihli toplantı Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en uzun Milli Güvenlik Kurulu (MGK) toplantısı oldu. Verilen bilgilere göre bu uzun toplantıda en çok konuşulan konu ise rejimi tehdit eden İslâmi faaliyetlerdi. Devletin değişik kademelerine adam sokmayı başaran mafya çeteleri gibi konular ise dokuz saatlik toplantıda sadece birkaç dakika konuşulmuştu. Birçok basın yayın organına göre MGK üyeleri dokuz saat süreyle Erbakan'ı ciddi şekilde terletmişlerdi. Oysa MGK üyeleri içinde makam itibariyle başbakanın üstünde sadece cumhurbaşkanı var. Diğerlerinin tamamı protokol itibariyle ve makam yönünden başbakandan sonra geliyorlar. Üstelik başbakan demokratik yollarla ve seçimle işbaşına gelmiş biridir. Bu nasıl demokrasi ki halkın oylarıyla işbaşına getirilmiş bir başbakan protokol sırasında ve makam itibariyle kendinden sonra gelenler tarafından dokuz saat süreyle terletiliyor. Öte tarafta güya demokrasiyi savunduklarını ileri süren birtakım basın mensupları da bundan dolayı zil takıp oynuyorlar.

Son MGK toplantısı sonrasında oluşan hava "demokrasi münafıkları"nı da ortaya çıkardı. Bütün İslâm dünyasında olduğu gibi Türkiye'de de bazı tipler vardır, demokrasiyi kendileri için adeta bir din telakki ederler veya demokrasiyi neredeyse bir din gibi algıladıklarını ileri sürerler. Ama halk onların istediklerini seçmeyince hemen silahlıları harekete geçmeye, bir an önce darbe yapmaya çağırırlar. Silah sahipleri şöyle bir kıpırdanmaya başladı mı da onların keyiflerine diyecek yoktur. İşte bu tiplere "demokrasi münâfıkları" adını vermek gerekiyor. Çünkü onlar kendi inanç sistemlerinde, kendi dinlerinde bile samimi değiller. Onlar, cahiliye döneminde helvadan put yapıp da sonra acıktıkları zaman o putları yiyen Mekkeliler gibidirler.

Başbakan Necmettin Erbakan MGK kararlarını önce imzalamak istemedi. Ancak diğer zamanlarda demokrasi havarisi kesilen bütün kesimlerin yoğun baskısı karşısında imzalamaya bir bakıma mecbur edildi. Kararların içeriği resmi olarak açıklanmış değil. Ancak basın yayın organlarına yansıyan haberlere göre kararlarda sözde rejimi tehdit eden faaliyetlere kısıtlama getirilmesi isteniyor. Basına sızan haberlere göre kararlarda, İmam Hatip'lerin sayılarının azaltılması, vakıfların idaresindeki Kur'an kurslarının kapatılarak yerine tamamen Milli Eğitim Bakanlığı'nın inisiyatifinde olan kurslar açılması, temel eğitimin sekiz yıla çıkarılması, Atatürk döneminde uygulanan Devrim kanunlarına yeniden işlerlik kazandırılması, Ceza Kanunu'ndan 163. maddenin çıkarılması dolayısıyla doğan boşluğun telafisi için yeni yasal düzenlemelere gidilmesi, devlet müesseselerinde ve belediyelerde dindarların kadrolaşmalarının önlenmesi, cami yapımının siyâsi istismar için kullanılmasına fırsat verilmemesi, dini faaliyetlerinden dolayı ordudan atılan subayların belediyelerde istihdam edilmemeleri vs. gibi istekler yer alıyor. Ancak bunlar dediğimiz gibi resmi olarak açıklanan kararlar değil, basın yayın organlarına sızan bilgiler. Başbakan Erbakan'ın çok aşırı bir baskı altında ve istemeyerek de olsa bu kararlara imza atması onun açısından maalesef olumsuz bir puan olmuştur. Çünkü Erbakan'ın bu kararları imzalamaması halinde kaybedeceği tek şey mevkisiydi. Mevki de eğer hedeflere ters bir istikamete doğru dönmüşse artık onun kaybedilmesi çok fazla bir kayıp sayılmaz. Çünkü mevkiler birer köprüdür. Asıl olan ise hedeflerdir.

Askeriye mensuplarının tutumlarına gelince: Onlar bütün bu istekleriyle normalde kendilerinin askeri darbe yoluyla yapamayacaklarını Erbakan'a zorla yaptırmak istiyorlar. Bir bakıma dolaylı bir darbe gerçekleştirmeyi amaçlıyorlar. Üstelik "demokrasi yürürlükte" diyerek. Aradan yetmiş yıl geçtikten sonra Mustafa Kemal'in devrim kanunlarını en katı şekliyle uygulatmak istiyorlar. Hem de siyaset sahnesinde bu ülkenin yeniden İslâmi kimliğe kavuşturulması mücadelesinin bayraktarlığını yapan Erbakan'a. Bu yolla aynı zamanda Erbakan'ı hem kendi savunduğu değerlerden hem de oylarıyla onu oraya getiren kitle tabanından uzaklaştırmak istiyorlar.

Bu noktadan sonra hâlâ belki bazılarının zihinlerinde: "Acaba askeri darbe olur mu?" sorusu dolaşıyor olabilir. Zihinleri bu soruyla meşgul olanlara diyoruz ki: Darbenin bundan fazlası herhalde darbecileri de rahatsız eder. Daha doğrusu bizzat darbeden yana olanlar bile bundan fazla darbenin ihtiyaç miktarını aşacağı düşüncesindedirler. Maalesef Türkiye son MGK toplantısının ardından sessiz bir darbe yaşadı. Bizce bu sessiz darbe karşısında Erbakan kendisini başbakanlık mevkisine getiren kitle tabanının sinesine çekilmeyi tercih etmeliydi. Erbakan'ı o mevkiye generaller getirmedi. Dolayısıyla generallere herhangi bir borcu yok. Generallere seçim meydanlarında herhangi bir vaadi de olmadı. O gücünü halktan almıştı ve vaadleri de halka yönelikti. Generallerin baskıcı tutumları karşısında halkının sinesine çekilmesi onu daha da güçlü kılacaktı ve bir sonraki seçimden belki de gücünü ikiye katlamış bir halde çıkacaktı. Ama o başbakanlık makamında kalmayı tercih etti. Sebebi hikmetini şimdilik bilmiyoruz. Belki ileride öğreniriz.