Şubat 2022, Ribat
Yüce Allah, Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurur: "Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etmeleri için yarattım." (Zariyat, 51/56)
İnsan, Allah'a kulluk göreviyle yaratıldığı için aynı zamanda bu kulluk görevini yerine getirmeye uygun bir fıtratla yaratılmıştır. Bundan dolayı bir başka ayeti kerimede de şöyle buyurulur: "Öyleyse sen dosdoğru bir inançla yüzünü dine, Allah'ın fıtratına çevir ki O insanları bu (fıtrat) üzere yaratmıştır. Allah'ın yaratması değiştirilemez. İşte dosdoğru din budur. Ancak insanların çoğu bilmezler." (Rum, 30/30)
Hz. Peygamber (a.s.)'den rivayet edilen şu hadis de buna işaret etmektedir: "Her çocuk fıtrat üzere doğar. Sonra anne babası onu yahudi, hıristiyan veya mecusi yapar." Bu hadisin Türkçe tercümelerinde genellikle "Her çocuk İslam fıtratı üzere doğar" deniyor. Ancak Buhari ve Müslim'in naklettiği hadisin metninde "İslam fıtratı" değil, sadece "fıtrat" denmektedir. İslam ise fıtrat dinidir. Dolayısıyla bir çocuğun fıtratı, tabiatı başlangıçta İslam'ın verdiği mesajları kabule yatkındır. Çünkü insanın yaratılış gayesi Allah'a kulluk olduğu için yaratıcı onu bu gayeye uygun bir fıtratla yaratmıştır.
Fıtrat, doğa, içgüdü olarak da tanımlanmaktadır. Bütün canlıların belli bir içgüdüyle dünyaya geldikleri, ama insanın eğitim ve öğretimle şekil aldığı öngörülmektedir. Oysa gerçekte insanın da bir içgüdüsü vardır ve işte bu onun fıtratıdır. Onun fıtratı geliştirilmeye, yönlendirilmeye, eğitim ve öğretime açıktır. Bu yüzden Allah insana aynı zamanda yaratılış gayesine uygun olarak peygamberler ve kitaplar da göndermiştir. İlk insan da aynı zamanda ilk peygamberdir. O doğrudan Allah tarafından eğitildi. Çocuklarını da o eğitti ve onun verdiği eğitim kendinden sonra gelecek nesillerin hayata bakışlarının şekillenmesi açısından bir örnek oluşturdu.
Bu yüzden gerçekte bütün inançların ve dinlerin temelinde Allah'a kulluk görevini merkeze yerleştiren tevhit inancı yer alır. Fakat zaman içinde şeytanın hilelerine kapılan insan bu tevhit inancını saptırmış, nefsinin arzularına ve zevklerine göre yeniden şekillendirmeye çalışmıştır. Bu çarpıtmalara ve saptırmalara karşı Yüce Allah yeniden peygamberler ve kitaplar göndererek insanlara asıl uymaları ve bağlanmaları gereken hanif dini hatırlatmıştır.
İşte bu hanif dini insanlara anlatan peygamberler silsilesinin son halkasını da Muhammed (a.s.) oluşturmaktadır. Allah ona gönderdiği kitabı muhafaza edeceğini vadederek, onu son peygamber kılmış ve mesajını ulaşabildiği herkese tebliğ etmesini istemiştir.
Bu itibarla Muhammed (a.s.)'ın mesajı hem insanların fıtratına uygundur, hem de tarih boyunca tüm peygamberlerin tebliğ ettiği, ama zaman içinde insanların aslından kopardıkları ve yeniden şekillendirdikleri inanç sistemlerinin mayasında yer alan hanif dini önlerine koymaktadır. Eğer insan özüne, fıtratına ve yaratılış gayesine dönerek doğru biçimde düşünürse İslam'ı kabul etmekte ve onu bir hayat nizamı olarak benimsemekte zorluk çekmez.
Ama birçokları etraflarına, düşünce ufuklarını daraltan ve çoğunlukla da asabiyet yani tarafgirlik saplantısına sebep olan bir kabuk ördükleri ve bu kabuğu bir türlü kırmak istemedikleri için İslam'ın hakikatiyle tanışma çabası göstermiyorlar.
İşte bugün Hindistan'da Müslümanlara karşı bir taraftan büyük ilgi duyulurken, bir taraftan da bu ilginin önünü kesme amaçlı körü körüne ve vahşice savaş yürütülmesi de bu ikilemden kaynaklanmaktadır. Birileri, bozulmuş fıtratlarını tedavi ederek özlerine dönmek ve hakikate ulaşmak için çaba sarf ederken birileri de atalar dini tarafgirliğinde ısrar ettikleri ve bunu kendi açılarından bir üstünlük davası saydıkları için İslam'a ilgi duyulmasından ciddi şekilde rahatsız oluyorlar.
Atalar dini saplantısı içinde olanların tavrı İslam'ın verdiği mesaja olumlu karşılık veren akıl ve fıtrat ile çeliştiğinden onların, insanın hakikati bulmada en çok işine yarayacak bu iki unsurdan yararlanmaları mümkün olmuyor. O yüzden de şiddete başvurmak, insanların inanç ve düşünce özgürlüklerini kısıtlamak, yasaklar koyulması için düzenlemeler yapılmasını istemek suretiyle savaşlarını sürdürmeye çalışıyor.
Bu durum bugün Batı dünyasını sarmış olan İslamofobi salgını için de söz konusudur. Bu salgını yönlendirenlerin bütün endişesi İslam'ın getirdiği hayat nizamının insanların akıl ve fıtratları ile buluşmasının İslam'ın çok hızlı bir şekilde ilgi göreceğini ve yayılacağını fark etmelerinden kaynaklanmaktadır.
Yukarıda da belirttiğimiz üzere toplumların zaman içinde hanif dini kendi arzularına ve zevklerine göre saptırmaları ve içine çeşitli hurafeler sokmaları peygamberlerin gösterdiği yollardan uzaklaşılmasına neden olmuştur. Bu uzaklaşma bazı bölgelerde o kadar ileri gitmiştir ki insan aklına ve fıtratına bütün bütüne ters düşen hurafeler, mitler din diye benimsenir hale gelmiştir. Bu durum bugün Hindistan'da yaygın olan politeist yani çok tanrıcı dinler için de söz konusudur. Bu dinler artık akıl çerçevesinde herhangi bir yere oturtulması mümkün olmayan bir mitolojiden ibarettir. Ama bazıları yine de bunun bir kültürel birikim ve kimlik olarak korunması, gelenek olarak sürdürülmesi, yaşatılması gerektiğini düşünüyor. Çünkü kendilerini farklı kılan unsurların bunlar olduğuna ve aynı zamanda atalardan kalmış bir miras olarak muhafaza edilmesi gerektiğine inanıyorlar. Yani onları ilgilendiren bu mitolojinin sunduğu rivayetlerin doğruluğu, kabul edilebilirliği ve hayata tatbik etmeye uygunluğu değil kendilerine renk ve şekil veren kültürel bir birikim ve miras olmasıdır. Bunları terk ettiklerinde o renklerini, şekillerini ve ulusal değerlerini kaybedeceklerini düşünüyorlar.
Ama diğer tarafta akıllarını ve fıtratlarını hareket geçirenler bu mitolojiye bağlı kalmanın sadece kendine ninni okumak gibi bir avuntu ve oyalamadan ibaret olduğunu, kendilerine aktarılan rivayetlerin içinde hakikati aramanın mümkün olamayacağını görebiliyorlar. Bu da onları hakikati başka yerlerde aramaya yöneltiyor ve birçokları İslam'la tanışarak aradığını bulabiliyor.
Hindistan Yarımadası'nın İslam'la tanışması Emeviler döneminde başlamış ve İslam hızlı bir şekilde yayılmıştır. Bu yüzden tarih boyunca bu bölgeden birçok Müslüman ilim adamı, düşünür ve siyasetçi yetişmiştir. Çok sayıda medrese kurulmuş ve bu medreselerde İslam'ı toplumlara anlatacak ve öğretecek ilim önderlerinin yetiştirilmesi için büyük çaba sarf edilmiştir. Dolayısıyla asırlar boyunca Hint Yarımadası'nda birinci derecede etkili olan din İslam olduğu gibi güç de büyük ölçüde Müslümanların elinde olmuştur.
Ancak 18. yüzyılın sonlarından itibaren İngiliz sömürgeciler Hint Yarımadası'nı tehdit etmeye, bazı önemli noktalara saldırılar düzenlemeye başladılar. 1800 yılında Allahâbâd şehri İngiliz işgalcilerin eline geçti. 1802'de de Agra'yı ele geçirdiler. Daha sonra içerilere doğru iyice girerek yarımadanın tamamına yakınını işgal ettiler. 1857'de işgale karşı çıkan halk ayaklanması İngilizler tarafından şiddetle ve pek çok kan akıtılarak bastırıldı. İşgalciler ayaklanmanın bütün maddi zararlarının bilançosunu çıkararak tamamını Hindistan halkına ödettiler. İngilizler Hindistan'ı işgal ettikten sonra yarımadanın bütün maddi zenginliklerini İngiltere'ye taşımak amacıyla Doğu Hindistan Şirketi adında bir şirket kurdular. Bu şirket sadece ticari bir kuruluş değildi. Geniş idari yetkilere ve imkânlara sahip olduğu gibi bir de ordusu vardı. İngilizler Hint yarımadasında en çok Müslümanları ezmeye çalışmışlardır. Çünkü işgal ve sömürgeci uygulamalar karşısında en çok direnenler Müslümanlardı.
İngilizlerin bu baskısı sebebiyle bazı Müslüman topluluklar bağımsızlık mücadelesi içine girdi ve bunun neticesinde bugün Pakistan ve Bangladeş'in bulunduğu topraklarda Pakistan İslam Cumhuriyeti adında ayrı bir devlet kuruldu. Bunun neticesinde Müslümanların önemli bir kısmı ana bünyeden ayrılmış oldu. Diğer bölgelerde yaşayan Müslümanların da birçoğu İngiliz şiddetinden ve baskısından kaçmak için İslam ülkelerine veya Avrupa'ya göç etmek zorunda kaldı. Buna rağmen Müslümanlar yine de ülke nüfusunun önemli bir kesimini oluşturan büyük azınlık olmaya devam etti. Birçoğunun hâlâ vatandaşlık kaydı yapılmamış olsa da bugünkü nüfusun en az dörtte birini oluşturdukları tahmin ediliyor.
Ancak İngiliz işgalciler Hindistan'ın yeni siyasi otoritesini oluştururken Müslümanlara karşı Hindularla işbirliği yaparak onların etkin hale gelmelerini sağladılar. Bunun yanı sıra kültürel yönden de bu topraklara yüzyıllar boyunca hükmeden İslam'ın izlerinin silinmesine ve buraların Hindu kültürünün hakim olduğu topraklar olarak gösterilmesine çalışıldı. İngiliz işgalciler tarafından bilekleri güçlendirilen Hindular aynı zamanda Müslümanlara yönelik saldırılara teşvik edildi ve bu şiddet politikası da Müslümanların sayısındaki azalmanın devam etmesine neden oldu.
Ama son zamanlarda Hinduizmden, İslam'a ve hıristiyanlığa geçişlerde belirgin bir artış olduğu gözlemleniyor. Bunun birinci sebebi yukarıda sözünü ettiğimiz üzere Hinduizmde akıl ve bilimle büyük çelişkiler içeren mitolojik rivayet kültürünün ağır basmasıdır ki bu doğrudan insan gerçeğiyle çelişen bir durumdur. İkincisi ise Hinduizmdeki kast sistemidir. Çünkü bu sisteme göre herkesin kastı doğuştan bellidir ve alt kast mensuplarının ciddi şekilde dışlanmasına yol açmaktadır. Hatta bazı üst kast mensuplarının bazı alt kast mensuplarına dokunmalarının bile uygun görülmediği, bunun kirlenmeye yol açacağına zira o kastların mensuplarının necis olduğuna inanıldığı da yaygın olarak bilinen bir gerçektir. İşte bu sistemde ezilen kesimler kendilerine insani değer ve onurlarını bulacakları bir çıkış kapısı aramakta, İslam'ı gereği gibi tanıyanlar bunu çok rahat bir şekilde yakalayabilmekte, hıristiyan misyonerlerin faaliyetlerinden etkilenenler de onların dinlerine yönelmektedirler.
Bu toplumsal gerçeği kaldıramayan Hindu ırkçıları ise son dönemde özellikle İslam'a geçişlerin önlenmesi için geniş çaplı savaş cephesi oluşturma çabaları içine girdiler. Bu amaçla, İslam'a geçişlerin yasaklanması için yasal düzenlemeler yapılması, Müslüman olanların öldürülmesi, Müslümanların tümünün ülkeden sürgün edilmesi vs. gibi son derece gaddarca ve korkunç çağrılar yapmaya başladılar.
Tabii onların bu tür çalışmalar yapabilmelerinde hükümetlerinin verdiği cüretin de önemli bir payının olduğu dikkatten kaçırılmaması gereken bir gerçektir.