Tunus'ta Anayasa Kılıflı Darbe

Eylül 2021, Vuslat

Tunus, Arap Baharı olarak isimlendirilen sürecin ilk kıvılcımının çaktığı yer olarak bilinmektedir. Buranın işgalden kurtarılması için verilen özgürlük mücadelesiyle elde edilen zaferi, küresel emperyalizm, birçok İslam ülkesinde yaptığı gibi kendi halkının değerlerine düşman bir hain diktatör vasıtasıyla gasp etmişti. Sonrasında yıllar boyunca süren katı zulüm rejimiyle ve tek adam merkezli diktatörlükle, kendisini demokrasinin hamisi olarak lanse eden ve demokrasi ihraç etme iddiasıyla ülkeler işgal eden küresel emperyalizm hiçbir sorun yaşamadı. Çünkü onu bu ülkedeki rejimin halkının hukukuna riayet etmesi, ona seçme ve seçilme hakkı tanıması değil kendisinin emperyalist çıkarlarına hizmet etmesi ilgilendiriyordu. Bu konuda dikta rejimiyle herhangi bir sorun yaşamıyordu. Üstelik bu rejim ülke halkını dini kimliğinden, tarihi birikiminden, manevi değerlerinden ve kültüründen uzaklaştırmak suretiyle küresel emperyalizmin istediğini eksiksiz ve kusursuz bir şekilde vermeye çalışıyordu.

Tunus halkı maruz kaldığı zulümden kurtulmak için değişik girişimlerde bulundu. Ama çoğunlukla Batılı güçlerin tanımladığı biçimde bir demokratik sistemin kendi ülkelerinde de hakim olmasını ve halka gerçekten siyasi yapıya iştirak etme hakkı verilmesini talep etme düzeyinde kaldı. Ama Tunus halkı ve bu halka öncülük etmeye çalışan siyasi liderler sırf bunu talep etmelerinden dolayı bile büyük haksızlıklara, zulümlere maruz kaldılar. Halk hareketine öncülük etmeye kalkışanlar kendilerini ya rejimin zindanlarında buldu veya kendi öz yurtlarını terk etmek zorunda kaldılar. Ama sürekli demokrasi ve insan hakları davulu çalan Avrupa, küresel güçler, bu güçlerle bir şekilde göbek bağı içinde olan sözde sivil toplum kuruluşları bundan rahatsız olmadı. Yapılanlara söze gelir bir itirazda bulunmadılar.

Küresel güçlerle bir sorun yaşamayan, yerli halkı da silahın gücüyle susturan dikta rejimi ülkenin servetine de konmakta zorluk çekmedi. Yaptığı yolsuzluklar yedi değil yetmiş sülalesine yetecek kadar servet edinmesine imkan sağladı. Bu durum tabii ki halkın genelinde fakirlik oranının artmasına sebep oldu. Çünkü servet dikta rejiminin başını çekenlerin ve onların yağcılığını yapanların elinde toplanıyor, halk ise onların “lütfettikleriyle (!)” hayatını idame ettirmeye mecbur oluyordu. Bu durum sonuçta bir patlamaya ve işte bu patlama da Arap Baharı olarak bilinen sürecin başlamasına neden oldu.

Bazılarına göre Arap Baharı bir komploydu. Emperyalizm artık eskidiğini düşündüğü diktatörlerini çöpe atarak yerlerine yenilerini koymayı düşünüyordu. Oysa bu bir komplo değil toplumsal bir realite, kendiliğinden gelişen bir olguydu. Bu tür toplumsal süreçlerin örneklerine tarihte de rastlamak mümkündür.

Ama başlayan değişim süreci küresel emperyalizmi rahatsız etti. Çünkü kurmuş olduğu uluslararası şebekenin sağlam durmasını sağlayan önemli kazıklar yerlerinden sökülüp atılıyordu. Bunun devam edip gitmesi bu ağın artık onarılması mümkün olmayacak bir şekilde zarar görmesine sebep olabilecekti. O yüzden domino taşlarının devrilmesi sürecinin Suriye’de durdurulması için bütün küresel ve bölgesel güçler bu ülkeyle özel olarak ilgilenip, halk direnişinin önünü kestiler. Ardından da dikta rejimlerinin çökmüş olduğu ülkelerde halkların kazanımlarını geri almak için fitne hareketlerini başlattılar. Ancak bizim asıl konumuz bu olmadığı için burada bu yöndeki gelişmelerin tahliliyle sözü uzatmayıp özel anlamda Tunus üzerinde durmak istiyoruz.

Küresel güçler ve onlarla işbirliği içindeki ihanet rejimleri Tunus’ta da halkın kazanımını geri almak için bazı fitne oyunları oynamaya ve birtakım karanlık güçleri devreye sokmaya çalıştı. Ama başarılı olamadı. Üstelik, insanların ekonomik sebeplerle meydanlara çıktığı Tunus’ta siyasi sürecin işlemesiyle birlikte halkın özellikle İslamî söylemlere sahip hareketlere yönelmesi birtakım uluslararası ve bölgesel güçleri şaşırttı. Çünkü uzun yıllardan beri halkın değerlerinden koparılması, Batıcı ve laik anlayışlara adapte edilmesi için yürütülen ifsat politikasının bu ülkede epey başarılı olduğunu ve İslami söylemlere sahip oluşumların siyasi iktidarda halkın desteğiyle güçlü bir konuma gelmesinin kolay olmayacağını düşünüyorlardı.

Halkın söz konusu temayülünü gözlemledikten sonra medya güçlerini kullanarak, özellikle de bazı olumsuz imajlardan yararlanarak siyaset meydanında boy gösteren İslamî oluşumları yıpratmaya çalıştılar. Örneğin Tunus’taki Nahda Hareketi’nin IŞİD’le ilişkili olduğu ve bu örgütün Tunus ve Libya’daki yapılanmasına destek verdiği iddiaları söz konusu yıpratma kampanyasında kullandıkları en önemli malzemelerden biriydi. Oysa Nahda Hareketi, IŞİD’i kesinlikle desteklemiyor, onun çizgisini benimsemiyor ve onun Kuzey Afrika’daki yapılanmasıyla da herhangi bir ilişki içinde değildi. Ama kamuoyunu yanıltma amaçlı iftira ve yönlendirme kampanyası nispeten etkisini gösterdi ve Nahda Hareketi’ne yönelen kitlesel tabanın azımsanamayacak bir kısmının laik ve Batıcı çizgideki siyasi oluşumlara kaydırılması sağlandı. Bundan elde edilen en önemli sonuç ise, halk devriminden sonra düzenlenen ilk genel seçimlerde Nahda Partisi’nin birinci olduğu Tunus’ta 2014’teki seçimlerde laik ve Batıcı çizgideki Baci Kaid Es-Sibsi’nin genel başkanlığını yaptığı Nida Tunus Partisi’nin birinci olması oldu.

Partinin genel başkanı Es-Sibsi de yine 2014’te gerçekleştirilen seçimlerde ikinci turda cumhurbaşkanı seçildi.

Onun 2019’da hayatını kaybetmesi sebebiyle erkene alınan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Nahda Hareketi, Abdülfettah Moro’yu aday gösterdi. Ancak o birinci turda beklenen performansı gösteremediği için üçüncü sırada yer aldı ve bu sebeple ikinci tura kalamadı. Dolayısıyla ikinci tura ikisi de laik zihniyette olan Kays Said ile, eski dikta rejiminin adamlarından medya patronu Nebil El-Karuvi kaldı. Ama bunlardan Nebil El-Karuvi aynı zamanda İslam düşmanı saldırgan çıkışlarıyla ve fanatik laik tavırlarıyla dikkat çeken, aynı zamanda hakkında açılmış yolsuzluk davalarından dolayı hapiste tutulan tehlikeli bir isimdi. Ayrıca Kays Said’in, açıklamalarında halkın değerlerine olumlu yaklaşan, özellikle siyonist işgal rejimiyle ilişkilerin normalleştirilmesini reddeden bir tavır sergilemesi halkın sıcak ilgisini kazanmasına imkan sağladı. Bu durum karşısında halkın büyük bir kesimi seçimlerin ikinci turunda özellikle Nebil El-Karuvi’nin seçimi kaybetmesi, devletin başına geçememesi için Kays Said’e oy verdi ve böylece o, Karuvi'ye büyük bir fark atarak oyların yüzde 73'ünü almak suretiyle zafer elde etti ve ülkenin yeni cumhurbaşkanı seçildi. İslami kesimi temsil eden Nahda Partisi de ikinci turda onu destekledi.

Cumhurbaşkanlığına Kays Said seçildiyse de genel seçimlerden birinci çıkan parti bu kez yine Nahda Partisi’ydi. Bu partinin genel başkanı, İslam dünyasının yakından tanıdığı bir yazar ve düşünür olan Raşid El-Gannuşi de Meclis Başkanı seçilmişti. Fakat bu parti tek başına hükümet kurmaya yetecek bir çoğunluğa sahip olmadığı için bir koalisyon hükümeti kurması gerekiyordu.

Kays Said, hükümeti kurma görevini 217 sandalyeli parlamentoda 54 sandalye kazanan Nahda Partisi’nin önerdiği Habib El-Cemli’ye verdi. Ancak onun uzun süren çalışmalar sonucunda oluşturduğu Bakanlar Kurulu listesi parlamentodan güvenoyu alamadı.

Bunun üzerine cumhurbaşkanı yeni hükümeti kurma görevini, geniş tabanlı bir koalisyon hükümeti kuracağı düşünülen İlyas El-Fahfah'a verdi. Onun kurduğu hükümet 26 Şubat 2020’de güvenoyu aldı. Ancak onun devlet ihalelerinde kendisinin ortak olduğu şirketleri kayırdığı haberleri sebebiyle hükümetin ortaklarından Nahda Partisi, Şura Meclisi'ni toplayarak hükümetten desteğini çekme kararı aldı. Bunun üzerine El-Fahfah da hükümetteki Nahda mensubu bakanları görevden aldı. Fakat Nahda'nın desteği olmadan hükümetin yoluna devam etmesi imkanı yoktu. Bu yüzden El-Fahfah, cumhurbaşkanı Kays Said'e istifasını sundu.

Bunun üzerine Hişam El-Meşişi’nin öncülüğünde kurulan yeni hükümet yine Nahda Partisi’nin de desteğiyle 1 Eylül 2020 tarihinde güvenoyu alarak göreve başladı.

Tunus’taki laik, Batıcı ve Arap dünyasındaki dikta rejimleriyle de bağlantısı olan siyasiler bu durumdan rahatsız oluyordu. Çünkü Nahda Partisi’nin destek vermediği hiçbir hükümet Meclis’ten güvenoyu alamıyordu. Dolayısıyla birinin hükümet kurabilmesi için onunla anlaşması, onu ya ortak etmesi veya dışardan destek vermesini isteyerek şartlarını kabul etmesi gerekiyordu.

Samimiyetle bağlı olduklarını söyledikleri “demokrasi” çerçevesi içinde buna bir çözüm bulmaları mümkün değildi. Artık demokrasiye bir tekme atarak darbe gerçekleştirmekten başka ellerinde bir seçenek kalmamıştı.

Bunun üzerine Arap dünyasındaki dikta rejimleriyle karanlık işbirliği içine girerek, kendini cumhurbaşkanlığına getiren kitlelere de tam anlamıyla nankörlük eden, birtakım dünyevi çıkarların hatırına şahsiyetini ve değerlerini pazara çıkaran Kays Said, 24 ve 25 Temmuz 2021 tarihlerinde vuku bulan bazı gösterileri ve olayları bahane ederek 25 Temmuz gecesi hükümeti görevden aldığını, Meclis’in de çalışmasını dondurduğunu açıkladı.

Bu da tam anlamıyla bir darbeydi. Ama kendisi de bir Anayasa hukuku profesörü olan cumhurbaşkanı yaptığının darbe olmadığını, Anayasanın 80. maddesinin kendisine verdiği yetkiyi kullandığını ileri sürdü.

Gerçekte ise cumhurbaşkanı Anayasanın verdiği yetkileri kullanmamış, demokrasi çerçevesinde baş edemediği bir siyasi hareketi iktidarın dışına atmak amacıyla gerçekleştirdiği darbeye Anayasa kılıfı geçirmiş ve bunu yapmak için de kendi kafasına göre yorum yaparak doğrudan Anayasaya da darbe yapmıştı.

Çünkü Tunus Anayasası’nın olağanüstü hal uygulamasıyla ilgili olan 80. maddesinde, cumhurbaşkanının ülkede olağanüstü hal uygulamasına geçme kararı vermesi için ülkenin bağımsızlık ve geleceğini tehdit eden tehlikeli gelişmeler olması gerektiğine vurgu yapılmaktadır. Oysa Tunus’ta yaşanan olaylar bugün birçok Avrupa ülkesinde korona aşısına karşı düzenlenen protesto gösterilerinin bile çok gerisinde kalacak boyuttaydı. İkinci olarak söz konusu madde cumhurbaşkanının bu yetkiyi kullanması için Meclis Başkanı’yla ve hükümet başkanıyla istişare etmesini şart koşarken cumhurbaşkanı hükümeti görevden almış, Meclis Başkanı’nı Meclis’e sokmamıştı. Yine aynı madde böyle bir karar verilmesi aşamasında Meclis’in sürekli oturum düzenleyerek durum değerlendirmesi yapmasını isterken cumhurbaşkanı Meclis’in çalışmalarını tamamen dondurmuştu. Anayasa kararın Anayasa Mahkemesi’ne bildirilmesini ve en fazla bir ay süreyle olağanüstü hal uygulamasına başvurulmasını, bir ay sonra uzatılabilmesi için en az 30 milletvekilinin bu mahkemeye başvurmasını, uzatma kararını da Anayasa Mahkemesi’nin vermesini isterken henüz Anayasa Mahkemesi ortada yoktu. Kurulmasının gecikmesine sebep olan ise bizzat cumhurbaşkanının kendisiydi.

Tunus’ta Anayasa kılıfına geçirilen darbede aslında küresel emperyalizmin ve onun İslam dünyasındaki bekçilerinin iki yüzlüğünü, daha doğrusu kirli yüzlerini bir kez daha gördük.