Ocak 2020, Ribat
İslam dünyasında son 10 yılın en önemli gündem maddesi "Arap Baharı" olarak isimlendirilen süreçle bağlantılı gelişmeler oldu.
Bu süreci başlatan olay Tunus'ta, üniversite mezunu olmasına rağmen iş bulamaması sebebiyle tekerlekli tezgâhla sebze satışı yaparak aile geçimine katkıda bulunmaya çalışan Muhammed Buazizi adlı bir gencin tezgâhının zorla alınması, ikamet ettiği Sidi Buzid valiliğine gittiğinde sorunuyla ilgilenilmeyince de kendini 17 Aralık 2010 tarihinde valilik önünde yakması oldu.
Bu, görünüşte Tunus'ta yaşanan bir olaydan kaynaklanan patlama gibi görünse de gerçekte uzun süren toplumsal birikimin taşmasından ve birbirini izleyen hadiselerin toplamından çıkan sonuçtur. Kibrit küçük bir maddedir. Biri kibriti çaktığı zaman büyük bir yangın çıkarsa o yangının kibritin alevinden kaynaklandığını düşünürüz. Fakat o alevden büyük bir yangın çıkması için önceden orada yanacak maddelerin birikmiş olması gerekir. Toplumsal olaylar da böyledir.
Tunus'taki gencin kibriti çakmasından önce Arap dünyasında hâkimiyeti sürdüren dikta rejimlerinin uygulamalarından dolayı toplumlarda bir tepki birikimi oluşmuştu. Sorun sanıldığı gibi sadece bir ekmek sorunu değildi. Muhammed Buazizi adlı genci kendini yakmaya sürükleyen hadisenin tüm geçim kaynaklarının kurutulması, ailesine yiyecek temin etmesini sağlayacağı bütün kanalların kesilmesi olması genel anlamda da sorunun bir ekmek sorunu olduğu kanaatinin oluşmasına yol açmıştır. Fakat sonrasında yaşanan hadiseler sadece bundan ibaret olmadığını, genel anlamda halkın karşı karşıya olduğu zulüm ve haksızlıklardan kaynaklanan köklü sorunlar yaşandığını ortaya çıkarmıştır.
Tunus'taki patlamayla başlayan sürecin "Arap Baharı" olarak simlendirilmesinde, geçmişte komünist dikta rejimine karşı başlatılan bir halk hareketinin Prag Baharı diye anılmasının ve o şekilde zihinlere yerleşmesinin etkisi vardı. Bazıları ise Filistin'deki halk hareketine verilen ismin örnek alınarak Arap İntifadası diye adlandırılmasının daha isabetli olacağını dile getirdiler. Yer yer Arap devrimleri şeklinde isimlendirildi. Ancak zaman içinde "Arap Baharı" olarak zihinlere yerleşti.
Arap dünyasında dikta rejimlerine karşı halk ayaklanmalarının başlamasından kısa bir süre sonra masa başında komplo teorileri üretmeye hevesli olanlar, yine perde arkasında ABD ve İsrail'e rol biçen tezlerini piyasaya sürebilmek için harekete geçtiler. Bu tezlerin sahipleri, ABD ve İsrail tarafından yönlendirilmekle ve kullanılmakla mahkûm ettikleri toplumların yapıları, onları başlarındaki zulüm rejimlerine başkaldırmaya yönelten reel etkenler üzerinde durmak için biraz olsun çaba sarf etme zahmetinde bulunmadılar. Piyasaya sürdükleri tezler ise ABD ve İsrail'in bilgi ve onayı olmadan yeryüzünde taş yerinden oynamaz anlayışına dayanan tabulaştırmanın fikir ürünlerinden ibaretti. Oysa gerçekte yaşananlar çağdaş emperyalizmin ve bu çerçevede ABD ve İsrail'in gelişmelere hâkim olamadığını ispatlayan vakıalara yenilerini ekliyordu. Çünkü olaylar ve doğan sonuçlar ABD ve İsrail'in hesaplarına ters, çıkarlarını ciddi şekilde tehdit eder nitelikteydi.
Bu olayların Batı'nın yönlendirmesiyle olduğu yahut ABD'nin bölgeyi yeniden dizayn ettiği yönündeki yorumlar gerçekleri yansıtmayan komplo teorileridir. Tunus'taki patlamanın herhangi bir ön hazırlığa dayalı olmayan emrivaki olduğu biliniyor. Dolayısıyla ABD'nin bu ülkedeki ayaklanmayı önceden planlamış olması ihtimalinin yüzde sıfır olduğunu söyleyebiliriz. Tunus ayaklanmasının zaferle sonuçlanması da dikta rejimlerinin zulüm uygulamalarından artık bıkmış halkları cesaretlendirdi ve harekete geçirdi.
Her şeyin arkasında ABD'nin, Batı'nın olması gerekmiyor. Ama ilginçtir ki ABD'nin bilgisi ve kontrolü dışında yaprak bile titremez kanaatinin zihinleri işgal etmiş olması bu tür yorumların öne çıkmasına yol açıyor. Oysa Irak ve Afganistan işgali karşısındaki direniş ABD'nin abartıldığı kadar güçlü olmadığını, bu konuda geçmişte yürütülen psikolojik yönlendirmenin gerçekleri yansıtmadığını gözler önüne serdi.
İşin gerçeğinde ABD ve Batı ayaklanmaları ve gelişmeleri yönlendirmiş değildir. Ama olayların sonuna hâkim olmak ve gidişatı kontrol altına almak için muhtelif oyunlara ve taktiklere başvurdu.
Bu halklar onlarca yıldır dikta rejimlerinin zulüm ve baskıları altında eziliyor. Bu gibi zulüm rejimleri tarihte de benzer toplumsal patlamalarla ve kitlesel ayaklanmalarla karşı karşıya gelmişlerdir. Yani bu tür olaylar toplum psikolojisinin doğurduğu hadiselerdir. Her zaman birilerinin komplosuna ihtiyaç duyan senaryolardan doğmaları gerekmez. İkinci olarak söz konusu patlamaların hedef aldığı dikta rejimleri normalde uluslararası güçlerin hesabına çalışan yönetimlerdi. Uluslararası güçlerin bunları devirerek halkların onayından geçmiş yönetimlerin başa geçmesi için olaylar çıkarmasını gerektirecek bir durum yoktu.
Zihinleri bulandıran sorular sadece Türkiye'ye mahsus değildi. Çünkü konuyla ilgili komplo teorilerini besleyen iddiaların kaynakları zaten dışarıdaydı. İddiaları herkes kendi vitrinine koyup, kendi anlayışına göre şekillendirerek piyasaya sürdü. Dolayısıyla devrimlerin vuku bulduğu veya bu tür kitlesel hareketlere gebe ülkelerde de bütün bu tartışmalar yaşandı.
İslam alemindeki fikir adamlarının zaaflarından biri kendi dünyalarında vuku bulan hadiseler hakkındaki soruların cevaplarını hep başka dünyalarda aramalarıdır. Oysa başkaları bu tarafa çoğu zaman dürbünle bakıyor. Gelip yerinde inceleseler bile her zaman gördüklerini yansıtmıyorlar. Bazen ve özellikle hassas dönemlerde çarpıtarak yansıtıyorlar. Böyle yapmaktaki amaçları vakıayı yansıtmak değil zihinlere şekil vermektir. Olduğu gibi yansıtmaya çalışsalar bile bu toplumların değer ölçülerini, şer'î dayanaklarını ve kendilerini harekete geçiren etkenleri yeterince anlayabilmiş değiller.
Tunus'ta patlak veren olaylar başlangıçta etkili bir şekilde ilerledi. Halkın kararlılıkla sürdürdüğü mücadelenin 28. gününde, 14 Ocak 2011 tarihinde diktatör Zeynelabidin bin Ali, ne tarafa gideceği bile belirlenmemiş bir uçağa binerek ülkeden kaçmak zorunda kaldı. Bu uçak rotasını ve gideceği yeri havada belirlemeye çalıştı. Ancak Avrupa ülkeleri kendi zalimlerine sahip çıkmak istemedi. Çünkü Tunus'ta gerçekleştirilen devrim sonrasında oluşacak siyasi yapının kendilerine nasıl yansıyacağını tahmin edemiyorlardı. O yüzden diktatör Bin Ali'nin sığınmasına izin vererek başlarına bir dert almak istemiyorlardı. Sonuçta uçağın yakıtının riskli bir şekilde azaldığı ve endişelerin artmaya başladığı sırada Suudi Arabistan'daki dikta rejimi kucak açtı ve diktatör Bin Ali bu ülkeye sığınma imkânı bulabildi.
Tunus halkının kararlı mücadelesi zulüm rejimleri tarafından yönetilen diğer Arap ülkelerindeki halkları da cesaretlendirdi ve olaylar kısa sürede Mısır'a, Libya'ya, Yemen'e ve Bahreyn'e yansıdı. Mısır, Libya ve Yemen'deki diktatörler koltuklarını terk etmek zorunda kaldı. Ancak Bahreyn'deki gösteriler başlangıçta zulüm rejimine karşı kitlesel bir halk hareketi olarak başlatıldığı halde sonrasında Şii kesimin olayları Şii eksenine kaydırması bu kesimden olmayanların sahayı terk etmesine neden oldu. Bu da Suudi Arabistan'ın bu ülkeye yaptığı askeri müdahalenin başarılı olmasını sağladı ve ayaklanma bastırıldı.
Suriye'nin güneyindeki Der'a'da bazı lise öğrencilerinin duvarlara özgürlük istediklerini dile getiren yazılar yazması sebebiyle gözaltına alınmaları ve kendilerine çok korkunç bir şekilde işkence edilmesi üzerine 15 Mart 2011'de bu ülkede de olaylar patlak verdi.
Aslında gelişmeleri dışarıdan takip edenler halk devrimlerinin Suriye üzerinden devam etmesinden dolayı endişelenmişlerdi. Bunun sebebi ise Rusya ve İran gibi Suriye'deki dikta rejimiyle çıkar ilişkisi içinde olan küresel ve bölgesel güçlerin olaylara müdahale edebileceği ve halk hareketlerinin burada tıkanma sürecine girebileceği ihtimaliydi. Fakat hadiseler planlı bir şekilde değil kendiliğinden gelişiyordu. Zulmün en şiddetli bir şekilde icra edildiği Suriye'deki halkın gelişmelerden etkilenerek meydanlara çıkması da en doğal hadiseydi.
Ancak Suriye'deki Baas rejimiyle çok önemli çıkar ilişkileri olan İran'ın bu ülkede meydana gelen hadiselerden ciddi şekilde rahatsız olması ve hem direnişe karşı psikolojik savaşla hem de askeri yönden buradaki rejime destek vermesi halk direnişinin önünü kesen önemli bir hadise oldu. Sonrasında İran'ın desteğinin yeterli olmayacağının anlaşılması üzerine Baas rejimiyle ilişkilerini önemseyen Rusya da doğrudan müdahale ederek bu rejimi kurtarmak için seferber oldu.
İran, bir yandan Suriye'deki direnişe karşı rejimin saflarında savaşmaları üzere militanlar gönderirken bir yandan da buradaki direnişi karalamak amacıyla yoğun bir iftira ve karalama kampanyası yürüttü. Yukarıda sözünü ettiğimiz komplo teorileri de İran'ın bu konuda önünü açan ve işini kolaylaştıran önemli unsur oldu.
Halk hareketlerinin kendilerine doğru ilerlemesinin önlenmesi için bir şeyler yapmaları gerektiğini düşünen dikta rejimleri de Suriye'deki direnişin önünü kesmek amacıyla dolaylı bir şekilde ve perdenin arkasından olaylara müdahale ettiler. Ama bu konudaki fonksiyonlarını gizlemek amacıyla bir yandan da Baas rejiminin katliamlarını ve zulümlerini kınama açıklamaları yapmaktan geri durmadılar.
Halk ayaklanmalarının Suriye'de tıkanması, hakimiyetlerini sürdürmeye devam eden dikta rejimlerinin, devrimlerin gerçekleştirildiği ülkelerde halkların kazanımlarının geri alınması ve zulüm rejimlerinin geri dönmesinin sağlanması amacına yönelik planlarını hayata geçirmelerine fırsat verdi. Bu amaçla Mısır'da "Baltacı fitnesi" adı verilen bir fitne hareketi başlattılar. Bu fitne hareketi yeni sistemin oturmasını ve istikrar kazanmasını engelledi. Ancak eski sistemin geri dönmesini sağlayamadı. Bunun üzerine dikta rejimlerinin yönlendirdiği General Abdülfettah Sisi tarafından askeri darbe gerçekleştirilerek eski rejimden daha katı ve daha zalim bir sistemin ülkeye hakim olması sağlandı.
Libya'da eski rejim kalıntılarının desteğiyle General Halife Hafter liderliğinde bir gerilla hareketi başlatıldı. Bu adam Trablus'taki yönetime karşı iki kez darbe girişiminde bulundu ama ikisinde de başarısız oldu. Ancak başını Suudi Arabistan ile Birleşik Arap Emirlikleri'nin (BAE) çektiği çetenin yardımlarıyla, Afrika ülkelerinden topladığı paralı militanlarla savaşını sürdürdü ve ülkenin önemli bir kısmında kontrolü ele geçirmeyi başardı. Fakat Türkiye'nin Trablus'taki meşru hükümete destek vermesi üzerine Hafter önemli kayıplar verdi ve kontrol altında tuttuğu bazı stratejik bölgelerden çekilmek zorunda kaldı. Bunun üzerine yeniden masa başı görüşmelere dönmeyi kabul etti. Hafter hareketi ülkede hâlâ ciddi bir sorun oluşturmaya devam etmektedir.
Yemen'de ise başta Husi fitnesinden yararlanılarak yeni yönetimin istikrarlı bir yapıya kavuşması engellendi. Sonrasında sırtını İran'a dayayan Husi hareketinin Suudi Arabistan'ın desteklediği Abdurabbih Mansur El-Hadi'ye oyun oynaması üzerine, ülkede İran'ın destekli Husi hareketi ile Suudi Arabistan destekli Aden hükümetinin karşı karşıya geldiği bir iç savaş ortaya çıktı. Bu savaş ülkenin ekonomisini perişan ettiği gibi siyasi düzenin kurulmasını da engelledi ve ülkede hem açlığa hem de salgın hastalıklara neden olan büyük felaketlerin zeminini oluşturdu. BAE'nin de Güney Geçiş Konseyi adı verilen bir ayrılıkçı hareketle inisiyatif elde etme oyunu oynamaya kalkışması sonucu iç savaş, farklı unsurların karşı karşıya geldiği bir hakimiyet savaşına dönüştü. Halk bu unsurlardan hiçbirinin arkasında durmadığı halde savaştan çok büyük zarar gördü.
Tunus'ta ise fitne hareketlerini başlatma girişimleri başarılı olamadıysa da, özellikle IŞİD vasıtasıyla oluşturulan olumsuz tablodan halkın Batıcı ve laik eksene doğru kaymasının sağlanmasında yararlanıldı. Buna rağmen İslami kesim siyasi alanda ve yönetimde etkisini sürdürdü.
Bütün bu gelişmeler, olayların arka planında küresel güçlerin olduğuna dair komplo teorilerini üretenlerin iddialarını yeniden gündeme taşımalarına neden oldu. Oysa bu olaylar onların iddialarını ve teorilerini haklı çıkaran şeyler değildir. Halk hareketleri yıllardan beri hüküm süren zulüm rejimlerine karşı biriken tepkilerin patlamasından kaynaklanan toplumsal olaylardır. Ama direnişin Suriye'de tıkanması bölgedeki diğer dikta rejimlerinin de devrilmesini sağlayacak bir yayılmanın gerçekleşmesinin önünü kesmiş, bu da hakimiyetlerini sürdüren dikta rejimlerinin devrimlerin gerçekleştirildiği ülkelerde fitne hareketleri başlatmalarına ve halkların kazanımlarının geri alınması için oynadıkları oyunların başarılı olmasına imkân sağlamıştır. Tabii halk devrimlerinin organize ve planlı olmaması, kendi içinde bir teşkilat disiplini olmayan kitlesel hareketlerle gerçekleştirilmesi de bunu kolaylaştırmıştır. Plan ve disiplin yoksunluğu bir iç sorundur. Suriye'deki direnişe dıştan müdahaleden kaynaklanan tıkanma ise dış sorundur. Suriye'deki tıkanmada ise, kendi çıkarları açısından Baas diktasının devam etmesini önemseyen ve hiçbir insanî değere riayet etmeden korkunç katliamlar gerçekleştiren İran'ın müdahalesi büyük rol oynamıştır.