Mart 2022, Vuslat
Uluslararası siyonizmin Türkiye'de lobicilik faaliyetleri İsrail işgal devletinin kuruluşundan önceye gitmektedir. Osmanlı Devleti'nin altını oyan da bu faaliyetlerdir. Sultan II. Abdülhamid'in uluslararası siyonizmin Filistin'den mülk edinme girişimine karşı duruşu tarihe geçmiş önemli bir tavırdır. Onun bu tavrı Siyonist terörün devletleşme planının önünde duran en önemli engeldi. İşte bu engelin ortadan kaldırılması amacıyla Sultan II. Abdülhamid tahttan indirildi. Siyonistlerle işbirliği ve Filistin'e ihanet amaçlı faaliyetlerin temelinin bu darbeyle atıldığını söyleyebiliriz. Filistin halkı Osmanlı'yı hiçbir zaman arkadan hançerlememiştir. Ama İttihat ve Terakki'nin darbesi Osmanlı'nın göğsüne Filistin'in de sırtına hançer saplamıştır.
Sultan II. Abdülhamid'in tahttan indirilmesinden sonra, onun uygulamaya koyduğu ve Yahudilerin Filistin'e yerleşmelerini engelleyen kanunların ilga edilmemesine rağmen fiiliyatta engeller büyük ölçüde kaldırıldı. 1948'de ortaya çıkan İsrail adlı işgal devletini ilk tanıyan ülkelerden biri Türkiye'ydi.
Türkiye Siyonist işgal devletini sadece tanımakla kalmadı hızlı bir şekilde onunla ilişkileri geliştirdi ve bu ilişkileri bir stratejik işbirliğine dönüştürdü. Askeri okullarda siyonizmin Türkiye'yi tehdit eden akımlar arasında zikredilmesine rağmen Siyonist ideolojinin kurduğu işgal devletiyle stratejik işbirliği içine girilmesi hâkim zihniyetin kendi iç dünyasındaki çelişkileri ortaya koyuyordu.
Dikkat çeken bir husus da Siyonist işgal devletiyle işbirliğinin özellikle cunta dönemlerinde artırılmasıydı. 28 Şubat sürecinde ise bu işbirliğinin neredeyse zirve düzeyine çıkarıldığını ve birçok alanda işgalci Siyonist devletle ittifak anlaşması imzalandığını, Türkiye'nin ihtiyaç duymadığı birtakım askerî malzemelerin satın alınması veya başka ülkelerden daha ucuza alınması mümkün olan askerî malzemelerin işgal devletinden yüksek fiyata alınması için anlaşmalar yapıldığını görüyoruz.
İşgalci siyonistlerle bütün bu anlaşmaları imzalayanlar onu "dost" kabul ettiler. Oysa siyonistler hiç kimseye dost olmamışlardır. Kendilerine her bakımdan destek veren, yardımcı olan, uluslararası platformda onların çıkarlarını gözeten ABD'ye bile dost olmadıkları, Amerika'da onların ayaklarına küçük bir diken batsa hemen kocaman dişlerini göstermeye kalkıştıkları müşahede edilmiştir. Türkiye'ye dost olmaları ise asla mümkün değildir. İşgalci siyonist devletin istediği dost değil hizmetçi bir Türkiye'dir.
Türkiye'nin gerçeği Türkiye toplumunun, Müslüman halkın sahip olduğu değerler Siyonist vahşetin değil mağdur ve mazlum Filistin halkının yanında olmayı gerektirir. Dolayısıyla kendi gerçeğine dönmek isteyen Türkiye'nin, işgalci Siyonist devletten uzaklaşması gerekir. Ekonomik ve diplomatik gerekçeler bunun aksini haklı çıkaracak kadar güçlü gerekçeler olamaz.
Türkiye, Akparti iktidarı döneminde İsrail işgal rejiminin Filistinlilere yönelik saldırılarına zaman zaman tavır koydu. Bunların en çok ses getireni ise “One Minute olayı” olarak tarihe geçen ve İsviçre’nin Davos kentinde, Dünya Ekonomik Forumu’nun 2009 zirvesinde R. Tayyib Erdoğan’ın, işgal rejiminin o zamanki cumhurbaşkanı Şimon Perez’e, Filistinlilere yönelik saldırılara tepkisini dile getirerek tavır koyması ve masayı terk etmesi olayı idi. Ancak bu olaydan sonra da işgal rejimiyle ilişkilerin kesilmediğini, bir gerginlik ve soğukluk yaşansa da diplomatik ilişkilerin devam ettirildiğini hatırlatalım.
Sonrasında 31 Mayıs 2010 tarihinde gerçekleştirilen Mavi Marmara katliamı, siyonist işgal rejimiyle Türkiye arasındaki ilişkilerin ciddi şekilde bozulmasına ve en alt düzeye çekilmesine sebep olmuştu. Ancak bu olayda da diplomatik ilişkiler tamamen kesilmemiş, resmi temsilcilik ikinci katip düzeyine düşürülmüştür. Türkiye, ikinci katip düzeyinin üstündeki tüm İsrail temsilcilerinin ülkeyi terk etmesini istedi. Yapılan askeri anlaşmaların da tümü askıya aldı.
Sonrasında, İsrail’in Mavi Marmara konusunda özür dilemeyi ve bir miktar toplu para ödemeyi kabul etmesi üzerine Türkiye’nin de olayla ilgili dava dosyasını kapatması bu konuda önemli bir taviz niteliği taşıyordu.
Son dönemde işgal rejimiyle yeniden diplomatik ilişkilerin normalleştirilmesi ve büyükelçilik düzeyine çıkarılması için önemli adımlar atıldığı görülüyor. İşgal rejiminin cumhurbaşkanı Yitzhak Herzog’un 9-10 Mart tarihlerinde Türkiye’yi ziyaret edeceği resmen duyuruldu. Bu arada Cumhurbaşkanlığı sözcüsü İbrahim Kalın başkanlığındaki bir heyet birtakım ön görüşmeler yapmak ve Herzog’un ziyaretiyle ilgili programı belirlemek amacıyla “İsrail”e ziyarette bulundu. Kalın bu ziyaretini, “İsrail ve Filistin’e yaptığı ziyaret” olarak nitelendirdi ve “hayırlara vesile olmasını dilediğini” belirtti. Ama bir işin hayırlara vesile olmasını dileyebilmek için en başta o işin kendinin hayırlı bir iş olması gerekir. Örneğin paranı faizle birine borç verip sonra da aldığın faizin “hayırlara vesile olmasını” dilemek son derece tutarsız ve hayrın anlamıyla, özüyle tenakuza düşen bir dilek olur. Çünkü faizin kendisinde hayır yoktur ki aldığın mal hayırlara vesile olsun.
Bilindiği üzere son dönemde Arap dünyasında, İsrail işgal rejimiyle ilişkilerin normalleştirilmesi konusunda bir yarış yaşanıyor. Bu yarışın başlatılmasında ise eski ABD Başkanı Trump’ın talimatlarının önemli bir rolü olmuştur.
Arap ülkelerinin işgal rejimiyle ilişkileri normalleştirmelerinin, ABD’nin verdiği talimatlara uymanın dışında herhangi bir gerekçesi olabilir mi? Belki, birtakım çıkar hesapları, ekonomik gerekçeler olduğu söylenebilir. Ama onların buna çok fazla ihtiyaçlarının olmadığını ve üstelik kendilerine çok daha güçlü alternatifler bulmalarının mümkün olduğunu, diğer yandan ilişkilerin normalleştirilmesinden ekonomik yönden siyonist işgalcinin elde ettiği kazancın Arap ülkelerinin kazancından kat kat fazla olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
İlişkilerin normalleştirilmesi Filistin davasına ise hiçbir olumlu katkı sağlamıyor. Bu davanın tümüyle aleyhinedir. En başta siyonist işgalin meşrulaştırılması, ilkesel açıdan Filistin davasına vurulan ağır bir darbedir. Filistin davasına ilkesel açıdan bakanlar, bunun karşılığında birtakım çıkarlar elde edilmesini de reddederler. Kaldı ki işgalin normalleştirilmesi ve meşrulaştırılması karşılığında Filistin halkına en ufak bir çıkar sağlanması dahi söz konusu değildir. Dolayısıyla, söz konusu normalleştirme anlaşmalarının Filistin halkına ve davasına kazandırdığı hiçbir menfaat olmadığı gibi verdiği zarar ve vurduğu darbe oldukça büyüktür. Bu anlaşmalar sayesinde işgalci kazıklarını daha sağlamlaştırmakta ve işgalini kalıcı hale getirme amaçlı destekler sağlamaktadır.
Bundan dolayı Arap ülkelerinin işgal rejimiyle ilişkileri normalleştirme anlaşmalarına her zaman karşı çıktık ve çıkmamız gerektiğine inanıyoruz.
Peki, Türkiye’nin işgal rejimiyle yakınlaşmasının ve ilişkileri yeniden üst düzeye çıkarmasının farklı bir yönü var mı? Denilebilir ki; “Türkiye işgal rejimini zaten tanımış ve işgali ‘meşrulaştıran’ bir diplomatik seçim yapmış. Sadece birtakım sorunlardan dolayı ilişkilerinin düzeyini aşağı çekmiş. Şimdi de bazı çıkar hesaplarıyla yeniden eski döneme geri dönmek istiyor olabilir. Yani Türkiye’nin İsrail’le diplomatik ilişkileri konusunda zaten ilkesel bir duruş değil çıkar esaslı bir tavır söz konusu. Şimdi de kendi çıkarına olanı tercih etmesi normal görülebilir.”
Tabii, böyle yaklaşım bizim “ilkesel” tavrımızı ve yaklaşımımızı etkileyecek değildir. Ama o zaman meseleye “çıkar” penceresinden bakarak bir yorum getirebiliriz.
Böyle bir ilişkiden doğrudan etkilenecek olan üç taraf var: Filistin, Türkiye ve İsrail.
Bu ilişkinin Filistin’e herhangi bir yarar sağlaması kesinlikle söz konusu değildir. Türkiye, işgal rejimini zaten resmen tanıdığı için onunla diplomatik ilişkilerini normalleştirmesi her ne kadar ilkesel eşiği geçmek anlamı taşımasa da bugün ilişkilerin düzeyini yükseltmenin karşılığında işgalciden Filistin davası lehine en ufak bir şey dahi elde edilmesi mümkün ve muhtemel değildir. Bunun karşılığında işgal rejimi, Filistinlilere yönelik politikasında olumlu hiçbir değişiklik yapmayacaktır ve zaten böyle bir temayül de göstermemiştir. Zulüm uygulamalarından geri adım atması da beklenmemektedir. Eğer böyle bir şey söz konusu olsaydı en azından İsrail cumhurbaşkanının Türkiye’ye düzenleyeceği ziyaret tarihinin yaklaşmasıyla birlikte veya İbrahim Kalın başkanlığındaki heyetin yaptığı ziyaret esnasında Filistinlilere yönelik zulüm ve baskının dozajını biraz düşürürdü. İşgal rejiminin bu yönde en ufak bir adım attığı bile gözlemlenmiş değildir. Dolayısıyla bu ilişkiden Filistin davası ve halkı yararına herhangi bir “çıkar” elde edilmesi beklenmemelidir. Bu itibarla ilişkilerin yeniden normalleştirilmesiyle ilgili ‘çıkar’ hesaplamasında “Filistin” davasının ve halkının tamamen denklem dışında tutulduğu çok açıktır.
Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de ekonomik sıkıntılar yaşanması sebebiyle bu ilişkiden, ‘denize düşen yılana sarılır’ anlayışıyla Türkiye lehine bazı ekonomik çıkarlar elde edilmesi bekleniyor olabilir. Ama burada da iyi bir kâr – zarar hesaplaması yapılmadığı görülmektedir. Çünkü Türkiye’nin bu ilişkiden elde edeceği ekonomik çıkar kesinlikle siyasi açıdan vereceği zararın çok gerisinde kalacaktır. Özellikle Uluslararası Af Örgütü’nün İsrail işgal devletinin sistematik ırk ayrımı politikası uyguladığına dair raporunu yayınlamasının hemen ardından işgalciyle böyle bir ilişkiye girilmesi diplomatik açıdan da ciddi prestij kaybına sebep olabilir. Sivil toplum nazarında, Kudüs’te Şeyh Cerrah Mahallesi ahalisini zorla tahliye etmeye çalıştığı sırada işgalci siyonistin kanlı elini sıkmak ise olumsuz bir görünüm oluşturacaktır. Üstelik işgal rejiminin bu tür çıkar hesaplarında her zaman kendi çıkarlarını öne aldığı, kendi kazancının çok daha büyük olacağından emin olmadan başkalarına herhangi bir çıkar temin etmediği bilinen bir gerçektir. O yüzden Türkiye kendine işgalci siyonist rejim dışında alternatifler arasaydı çok daha kârlı çıkabilirdi.
Dolayısıyla bu ilişkiden birinci derecede kârlı çıkacak olan siyonist işgal devletidir. Buna sebep olmak ise Türkiye’nin vermeye çalıştığı mesajla tam bir çelişki oluşturmaktadır. "İsrail ile ilişkilerimizde atılacak herhangi bir adım, herhangi bir normalleşme bazı ülkelerin yaptığı gibi Filistin davası pahasına olmaz. Oradaki pozisyonumuz her zaman nettir." sözleri bu çelişkinin üstünü örtmeye yetmez.