Ocak 2022, Vuslat
Arap dünyasında, son yıllarda bayağı gündem oluşturan “normalleşme” kavramı ile siyonist işgal rejimiyle açıktan diplomatik ve ekonomik ilişkilerin başlatılması kastediliyor. Gerçekte ise gayri meşru olan işgal ve hakimiyete meşruiyet kazandırılması amaçlanmaktadır. Bu işgal gayri meşru olduğu için normal değildir. O yüzden Arap dünyasındaki ihanet rejimlerinin asıl amacı işte bu işgalin normalleştirilmesi ve özelde Arap dünyasında, genelde ise tüm İslam dünyasında bir vakıa, realite olarak kabullenilmesini sağlamaktır.
Arap dünyasındaki ihanet rejimlerinin işgal rejimini normalleştirme politikasının tarihi seyri hakkında daha önce Vuslat dergisinin Eylül 2020 sayısında bir dosyamız yayınlanmıştı. O yüzden oradaki bilgileri tekrar etmeye gerek görmediğimizden bu yazımızda özel bir konu, ihanet rejimlerinin siyonist katiller hesabına yürüttükleri ve Filistin direnişini yıpratmayı amaçlayan propaganda savaşı ve bunun siyasi arka planı, bilvesile Suudi Arabistan’ın, işgal rejimi 1967 sınırları gerisine çekilmeden normalleşme olmayacağı açıklamalarında ne derece gerçekçi olduğu üzerinde özellikle durmak istiyoruz.
İhanet rejimleri halklardan gelen tepkilere rağmen, işgal rejimiyle diplomatik ve ekonomik ilişkileri geliştirme çabalarına son dönemde daha da hız verdi. Fakat son dönemde yürütülen faaliyetler içinde işgal rejimiyle diplomatik ve ekonomik ilişkileri genişletmenin yanı sıra Filistin direnişi aleyhine yürütülen propaganda savaşı özellikle dikkat çekiyor. Bu savaş da söz konusu rejimlerin işgalciyle ilişkileri güçlendirmelerinin sadece “çıkar” hesabıyla yani makyavelist yönetim felsefesini esas alarak ahlaki değerleri ve ilkeleri yok saymakla izah edilemeyeceğini, aynı zamanda uluslararası siyonizm tarafından sipariş edilen propaganda savaşının da askerleri olmayı kabul ettiklerini göstermektedir.
Örneğin Suudi Arabistan vatandaşlarına ait ama Birleşik Arap Emirlikleri'nin Dubai kentinden yayın yapan MBC kanalının yayınladığı Ummu Harun dizisi ciddi tartışmalara neden olmuştu. Dizinin amacı Filistin topraklarını işgal eden yahudileri ve özellikle Arap dünyasındaki yahudi azınlıkları mağdur ve mazlum göstermek; bu şekilde onları sevimli göstermeye çalışmak suretiyle propagandalarını yapmaktı.
Dizinin ana kahramanı Ummu Harun (Harun'un annesi) adında Kuveyt'teki yahudi azınlığa mensup bir yahudi kadındı. Onun şahsında yahudilerin ayrımcılığa tabi tutulmalarını, ezilmelerini, mağdur edilmelerini konu ediniyordu. Filistin toprakları üzerinde 1948'de İsrail işgal devletinin kurulmasının, Arap dünyasındaki yahudi azınlıklara yönelik ilişkilere yansıdığı ve yahudilerin ayrımcı politikalara maruz kaldıkları, mağdur edildikleri mesajı verilmeye çalışılıyordu. Bir yandan Filistin topraklarının gasp edilmesi suretiyle kurulan işgal devletinin gasp ettiği topraklara göç eden yahudilerin de asıl vatanlarında zulme, ayrımcılığa maruz kaldıkları üzerinde duruluyordu. Bu yolla Filistinlilerin zorunlu göçe tabi tutulması suretiyle işgal edilen topraklara yerleşen yahudilerin bir bakıma buna zorlandıkları dolayısıyla başka bir seçeneklerinin olmadığı mesajı verilmeye çalışılıyordu.
Tabii bu arada diziye biraz cazibe katmak amacıyla Müslümanlarla yahudiler arasında geçen aşk hikayelerine, yahudilerin dini geleneklerine, kültürlerine gözleri alıştırmak ve bu manzaralarıyla onları gözlere sevimli göstermek amacıyla da muhtelif sahnelere yer verilmişti.
Dizi tabii Filistin gerçeğini de tamamen tarihten silmeye ve sanki gerçekte bir işgal olayı yokmuş, Filistinlilerin vatanları ellerinden alınmamış asıl gerçek yahudilerin mağduriyetleri, ayrımcılığa tabi tutulmaları imiş gibi bir mesaj verilmeye çalışıyordu.
İşgalci siyonist rejim yüz milyonlarca dolar verseydi belki böyle bir diziyi Arap dünyasının ilgisine sunmayı, onlara bu yolla kendisinin propagandasını yapmayı başaramazdı. Ama bu hizmeti Suudi Arabistan kanalı gönüllü olarak, bütün masraflarını kendisi karşılayarak işgalci siyonistlere verdi.
Son dönemde de Mısırlı Muhammed Ziyab isimli yönetmenin hazırlayıp piyasaya sürdüğü Amira isimli bir film bayağı gündem oluşturdu. Ürdün yönetimi de başlangıçta bunu Oscar Film Yarışması için aday gösterdiğini açıkladı.
Filmde adı “Emire” olan bir kız çocuk ana temaya yerleştiriliyor. (İngilizcede bu isim Amira diye yazıldığı için filmin resmiyette ismi de böyle yazıldı.) Bu çocuk, işgal zindanlarındaki Filistinli esirlerden birinin, “tüp bebek” yöntemiyle dünyaya gelmiş bir kızı.
Filmin yapımcısı kendince Filistinli esirlerin ızdıraplarını gündeme taşımak istediği iddiasında bulunuyordu. Asıl amacı 2012 yılından bu yana işgal zindanlarındaki müebbet hapislilerin bazılarından, kaçak yolla sperm alınması suretiyle tüp bebek yöntemiyle çocuk sahibi olmaları hakkında kafaları karıştırmak ve bu şekilde dünyaya gelmiş bebekleri “şüpheli” durumuna sokmak. Çünkü filmin sonunda sahneye; "2012 yılından bu yana sperm kaçırma yoluyla 100 çocuk dünyaya geldi. Sperm kaçırma yoluyla dünyaya geldikleri kesinleşenlerin durumu şüphelidir." ifadesi geliyor.
Yani filmi hazırlayanın asıl amacı işte bu zehiri zihinlere akıtmak. Ama bunu başarabilmek için, doğrudan değil de yutturulabilir birtakım malzemelerin içine katarak vermeye çalışıyor. Asıl amaç Filistinli esirlerin onurlarını rencide etmek ve siyonist işgal rejimini zorlayan bu insanları karalayarak yıpratmak. Bu arada ömür boyu hapse mahkum edilen esirlerin söz konusu yöntemle çocuk sahibi olmalarının da önüne geçilmesi için bir toplumsal çekinge oluşturmak.
Oysa bilindiği üzere son dönemde dünyada bu yöntemle binlerce hatta on binlerce kişi çocuk sahibi oldu. Spermin kadının kendi eşinden alınması durumunda caiz olduğuna dair de fetvalar yayınlandı. Dışarıdakiler birtakım sağlık sorunlarından dolayı bu yönteme başvuruyor. İşgal zindanlarındaki esirlerin mazereti ise özgürlüklerinden daimi bir şekilde yoksun bırakılmaları. Esasta bu yöntemle çocuk sahibi olunması şüpheli ise, dünyada bu yolla doğmuş çocukların tümünün şüpheli olması gerekir ki böyle bir filmin yapılması da sadece işgal zindanlarındaki esirlerin değil zikredilen yöntemle çocuk sahibi olanların tümünün onuruna dokunmaktadır. Dolayısıyla aslında sadece esirler adına değil böyle çirkin bir kampanyadan olumsuz etkilenen herkes adına tepki gösterilmesi gerekiyordu.
Esirlere özel bir şüpheye sebep olacak durum ise söz konusu değil. Çünkü verilen sayı ayda ortalama bir işlem yapıldığını gösteriyor ki sayı çokluğundan kaynaklanacak bir karıştırmadan söz edilmesi mümkün değil. Karışıklığın önlenmesi için gereken prosedürün, esirler hakkında çok daha sıkı bir şekilde uygulandığı da biliniyor.
Ama filmde özellikle Filistinli esirlerin yıpratılması gayesi öne çıktığı için olayın genel çerçevesi dikkatten uzak kaldı. Bununla birlikte Filistinli esirlerin haklarını savunan kurumların gösterdiği tepkilerin halk arasında da tesirini göstermesi üzerine filmin gösterimi durduruldu. Ürdün de onu Oscar adayı olarak gösterme kararından vazgeçti.
Bunlar dizi ve sinema alanının kullanılması suretiyle işgalci siyonistlere gönüllü hizmet verilmesinin iki dikkat çeken örneği. Ama hepsi bu kadar değil. Bunların dışında da tartışmalara neden olan diziler ve filmler üretildi.
Siyonist işgalciler hesabına yürütülen propaganda savaşının önemli bir boyutunu da sosyal medya oluşturmaktadır. Örneğin Suudi Arabistan veliaht prensi Muhammed bin Selman’ın adamları tarafından oluşturulduğu bilinen birtakım sosyal medya trollerinin son yıllarda bilhassa Filistin direnişini yıpratma amaçlı yoğun faaliyetler yürütmeleri dikkat çekiyor.
Bunlar yayınladıkları mesajlarında herhangi bir ideal peşinde değiller. Kendilerine verilen talimatlara uyan paralı askerler gibiler. Bunların herhangi bir ahlaki değerleri olmadığından ağızları da bozuktur ve mesajlarında, yorumlarında çok çirkin şekilde saldırır, hakaret ederler. Bazen kamuoyunu yanıltmak amacıyla asılsız iddiaları yaymaya çalışırlar.
Bunların en ilginçlerinden biri yine Bin Selman'ın trollerinin, "Filistin bizim davamız değildir" diye hashtag oluşturarak yüzlerce mesaj yayınlamaları ve böylece Filistin direnişini hedef alan çirkin saldırılarda bulunmaları oldu. Filistin direnişine ve davasına destek verenler de "Filistin şereflilerin davasıdır" başlıklı bir hashtag oluşturarak karşılık verdi.
Suudi Arabistan yönetiminin İslami Direniş Hareketi (Hamas)’ı terör listesine alması da söz konusu propaganda savaşının siyasi ve diplomatik boyutunu oluşturmaktadır. Suud rejimi bu konudaki tavrını, başta Hamas temsilcisi Muhammed El-Hudari ve oğlu Hani olmak üzere, yıllardan beri ülkesinde yaşayan ve “Filistin direnişine destek vermekle suçlanan (!)” Filistinlilerin ve Ürdünlülerin hapiste tutulması, yargılanması ve mahkum edilmesi için gerekçe olarak kullandı. Hukuken onların mahkum edilmesine gerekçe oluşturacak bir fiilleri yoktu.
Bu durum karşısında Suudi Arabistan yönetiminin, siyonist işgalciler 1967 sınırlarının gerisine çekilmeden normalleşme olmayacağına dair açıklaması ne kadar samimi olabilir ve gerçekte Filistin davasıyla ilgili bir “ilkesel tavır” göstergesi olarak kabul edilebilir mi?
İşin gerçeğinde işgalcilerin, masa başı görüşmeler ve anlaşma yoluyla 1967 sınırları gerisine çekilmesi mümkün ve muhtemel değildir. Onları ancak 2005’te Gazze’den çıkmaya zorlayan direniş bu sınırların gerisine çekilmeye zorlayabilir. Bu, Filistin direnişi açısından bir hayal değil ama işgalci siyonist açısından bir kabustur. Şu var ki direniş, Filistin toprakları üzerindeki işgalin tümünü gayri meşru gördüğünden işgale son verme mücadelesini de 1967 sınırlarında durduracak değildir. Hatta onları çekilmeye zorlamak, direnişi daha da cesaretlendirebilir. İşte bu aşamada Arap dünyasındaki ihanet rejimlerinin devreye girmesine, siyonist işgalin tümüne son vermeyi gerçekleştirilmesi mümkün olmayan bir “hayal” olarak lanse edip, “reel durumu” esas alan bir çözüm formülünü kabullenmek gerektiği iddiasıyla harekete geçmelerine ihtiyaç duyulabilir. Bundan dolayı Suudi Arabistan yönetiminin elindeki kozu, böyle bir aşama için saklıyor olması muhtemeldir.
Filistin direnişi aleyhine çok çirkin propaganda savaşı yürüten, son dönemdeki normalleşme sürecinin başlatılması için Trump’ın ihanet yönetimlerine açık bir şekilde talimat verdiği uluslararası toplantıya ev sahipliği yapan, arka bahçe olarak kullandığı Bahreyn’i işgal rejimiyle her alanda ittifak ve işbirliğine teşvik eden, işgal yönetiminin eski başbakanı Netanyahu’yu gizlice misafir edip görüşen Suudi Arabistan’ın Filistin halkının meşru haklarına destek verme konusunda samimi olduğunu düşünmüyoruz.